Bendeniz Fatih Taş mektebinde siyah önlüklü bir ilkokul öğrencisiyken de Fatih Camii’nin avlusunu beklerdi; kocadım, yaşım kırka geldi, geçen yıla kadar hala beklemekteydi…
Geçen sene irtihal-i dar-ı beka eyledi Allah bilir Hasan abi.
Namı öyleydi, Allah bilir Hasan. Fatih Camii’nin kadrolu meczubu…
Denk geldikçe sohbet eder, gönlünü etmeğe çalışırdım. Bir yandan da çok korkardım, zira bir büyüğümden duymuştum “Meczub’un hizmetini gör, yanından uzaklaş. Sakın meczuba kendini sevdirme. Seni severse halini sana giydirir” diye.
İşin sonunda merhum Hasan abinin hayrul halefi olmak da var diye korkardım bir yandan, diğer yandan her tanıyanın şehadet ettiği gibi öyle masum, öyle candan bir adamdı ki, sohbet etmeden de duramazdım.
Kimseden bir şey istemez, verirsen almam demez bir adamdı. “İstersem dilimi, almazsam elimi kessinler” sözünü düstur etmiş bir mübarek meczup adamdı.
Günlerden bir gün Fatih Nişancasın’da denk geldim Allah bilir Hasan abiye.
“Baba nasılsın?” diye sual ettim. Mutadı olduğu üzere “Şükür iyiyim” dedi. Çok uzun cümleler kurmazdı zaten. “Aç mısın?” dedim. “Çok şükür tokum” dedi. “Bir ihtiyaç var mı?” diye sordum. “Çok şükür yok” dedi. Her cümlesinde şükreden bu adama üç beş bir şey uzatmak gerekti. “Şunu buyur baba” dedim. Aldı cebine koydu. Haza beyefendi “Bu da lazım” dedi.
Hala kulağımdadır “Bu da lazım”…
Bu kadar. Cebine koyduğu parayla ilgili yorumu bu kadardı Hasan abinin. “Bu da lazım”…
Dünyanın işi dünya metaı ile görülür; bu sebeple lazım.
Ancak o kadar.
Bize asıl lazım olan bir başka şey.
Yarın, hayatımızın en önemli hadiselerinden birine şahitlik edeceğiz.
Ayasofya Camii, yıllar sonra zeminine yüz sürecek sacidlerin alnının sıcaklığı ile ısınacak.
Müezzin mahfilinden kamet, minberinden hutbe okunacak.
Sütunlarına çıplak mankenler değil, mihrabiye dinleyen mü’minler yaslanacak…
Mukaddes Tuva gibi bir yerde olduğu hatırlatılacak içine girenlere ve “Fehla’ naleyk!“ nida edilecek…
Ne muhteşem manzara, hepimizin ömürlük hülyası…
Aman ya Rabbi, bir zamanlar asla gelmeyecek bir atiymiş gibi duran bir vakt-i mev’ud…
Doksanlı yılların o kesif atmosferinde Hızır misali bir zat yanımıza gelse ve “Şu Ayasofya Camii hürriyetine kavuşacak. Ancak bunun bir bedeli olacak. Sofranda kuru ekmek ve tuzdan başka bir şey olmayacak… Tuttuğun takım küme düşecek… Sabah akşam alay konusu olacaksın… Hiçbir işin rast gitmeyecek, maşallah dediğin karpuz çatlayacak...” dese, alelekser kabul ederdik.
Dün girmedi ki gündemimize, naksını hiçbir emel telafi edemez bir hayaldi bizim için.
İşte o mübarek vakit geldi çattı. Hem de hiçbir ferdi bedel ödemeden.
Bu gece yatsı vakti okunacak salalar, yarın Ayasofya’da kılınacak Cuma namazını tebşir edecek.
El titremeli, göz nemlenmeli, mebhas-i yeganemiz o olmalı, haricindeki her münazaa teferruat kabul edilmeli değil miydi?
Yok değilmiş.
Eşimle dostumla konuşuyorum.
Trabzonspor’un kim bilir kaçıncı defa kaçan şampiyonluğuna yas tutan dostlarım, sonu gelmeyen hakem hatalarını konuşuyor.
İmamoğlu’nun Lozan afişlerini, yemek ücretini konuşuyor bir diğeri.
Kılıçdaroğlu Ayasofya’ya gelmeyecekmiş… Büyük mesele. Mabedin kutsallığı gölgelenecek sanki… Bu da bir konu.
“İşiniz mi yok iki gözüm?” dedim en son
Ehem ile mühimi ayırt edememek bu.
Elbette bu da lazımdır.
Fakat bir daha misli menendine tanıklık edemeyeceğimiz o mübarek günün gelişini gönlünüzde gölgelemeyecek kadar lazımdır.
Farkında mı değil yoksa yaklaşan hadisenin büyüklüğünün?
Bilmem. Belki farkındadır.
Fakat biz yine ikaz etmekten geri durmayalım.
Bir vakt-i azimin arefesindeyiz.
O saat gelip yıllardır hayalini kurduğumuz an gelene kadar alakanızı tevcih ettiğiniz her konu, Ayasofya’ya olan özleminizden alıp götürmekte, en mühim aktörden rol çalmakta.
Başka gündemleri Ayasofya’nın önüne almak hakkımız değil. Belki önemsiz bir garnitür kadar değinmek kabil.
Yarını merhum Yıldırım Gürses’in cam titreten sesiyle söylediği gibi idrak etmeli.
Yollara çıkılmalı bayrakla tuğla.
Sel gibi coşkun açılırsa sur gibi bentlerle korunur.
Gafletimiz bir daha kaybetmeye sebep olmasın diye niyaz ederiz.
Yarın, bu mübarek anı idrak etmeyi nasip ettiği için şükredeceğiz.
Alelade bir kutlama yapmayacak, belki hayatımızın en önemli anına tanıklık edeceğiz.
Öyle olduğu şuurundan uzak düşmemeli.
Akabinde gündelik siyaset nasıl olsa gelecek bulacak bizleri.
E o da lazım.