1 Temmuz Salı günü Başbakan’ın da adaylığını açıklamasıyla süreçteki belirsizlik giderildi. Üç kişi cumhurbaşkanlığı seçimi için yarışacak.
Milliyetçi-devletçi-vesayetçi siyasal blok “çatı adayı” etiketiyle çok aşina olmadıkları bir adayla yola çıktı. HDP kendi siyasal portföyündeki en güçlü siyasetçiyi cumhurbaşkanlığına aday gösterdi. AK Parti ise yüzyıllık Anadolu tarihinin en başarılı siyasetçilerinden birini aday gösterdi.
HDP ve AK Parti kendi siyasal geleneğinin içinden güçlü adaylar ortaya çıkarıp siyaset yarışına derinlik kazandırırken, CHP ve MHP kendi siyasal geleneğinin dışında bir figürü aday gösterip bir bakıma kendi siyasal geleneklerinin dışında başka derinliklere açıldılar. Şu veya bu şekilde bu eleştirilse de böyle bir tasarrufun üzerinde çalışılmış bir hesap olduğu elbette tartışmasız.
Adaylık süreci ve gösterilen adayların profili, içinde bulunduğumuz seçim sürecinin sıradan bir süreç olmadığının da göstergesi.
Gerçekten de cumhuriyet döneminde, hatta Anadolu tarihinde ilk defa “Devletin başı” halk tarafından seçiliyor.
Osmanlı döneminde devletin başkanı hanedana mensup olanlar arasından belirleniyordu. Halkın bu sürece katkısı sadece rıza idi. Adaletli bir yönetim oldukça “rıza” var idi.
Cumhuriyet dönemiyle birlikte cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçildi. Ancak tek parti diktatörlüğünün egemen olduğu ve cumhurbaşkanının da diktatörlüğü tesis eden partinin başkanı olması hasebiyle, gerçekte ortada bir Meclis yoktu, dolayısıyla üzerinde konuşulmayı gerektirecek bir “seçim” de yoktu. 1950 seçimleriyle birlikte cumhurbaşkanının seçimi önem kazandı. Önce genel seçim yapılıyor, ardından toplanan Meclis sırasıyla önce cumhurbaşkanını seçiyor, seçilen cumhurbaşkanı da yine Meclis içinden birini hükümeti kurmakla görevlendiriyordu. Cumhurbaşkanı hem partiliydi, hem siyasetin içindeydi hem de devlet başkanlığını temsil ediyordu. Ortada gerçek bir “Meclis” ve gerçek bir “seçim” vardı.
Kuşkusuz bu durum, tek parti diktatörlüğünü içselleştirmiş kesitlerin içine sindirebilecekleri bir husus değildi. Ortada ne rıza ne de onay vardı.
27 Mayıs Darbesi’nin ardından bu duruma son verildi. Cumhurbaşkanı yine Meclis tarafından seçildi. Ancak iradesi kurumların vesayeti altında olan Meclis sadece “apolitik” figürleri arasında bir tercih yapmak zorunda bırakıldı.
“Siyaset üstü” veya “siyaset dışı” sıfatları elbette vesayetçiliğin siyaset felsefesini yansıtıyordu. Ordu, yargı ve benzeri bürokratik kurumlar ile ilgili olarak “her türlü siyasi mülahazanın dışında ve üstünde olmak” bir zorunluluk arz ediyordu.
Cumhurbaşkanlığı da ona göre dizayn edilmişti. O da siyaset üstü olmak zorundaydı.
Ortada rıza veya onay olmamakla birlikte, görüntüde işleyen bir parlamento üzerinden “varmış” gibi davranılıyordu.
Şimdi bu verili durum değişiyor.
Anayasada cumhurbaşkanının siyasi partiler ile ilişkisi kesilir diyor. Ancak halk tarafından seçim, siyasi partilerin aday göstermesi gibi unsurlar, siyaset dışılık tasavvurunu yerle bir ediyor.
Cumhurbaşkanı adaylarının beyannamelerine bakıldığında artık ortada siyasi bir yarışın bulunduğu aşikâr.
Devletin başı ilk defa halkın seçimine, onayına ve sonuç itibarıyla da rızasına dayanacak. Bunun yeni bir başlangıca işaret edeceğini inkâr edemeyiz.
2007 yılında vesayet odakları 367 hokkabazlığını ortaya atıp, yine sayısız anayasa hukuku profesörü de bu hokkabazlığa teorik kılıf biçmeye çalışırken, muhtemelen cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin esaslı bir paradigma değişimine yol açacağını kestirememişlerdi.
Ve çok büyük bir ihtimaldir ki, vesayet odaklarının bu hokkabazlığına cevaben gerçekleştirdikleri anayasa değişikliğiyle siyasetçiler de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin siyasal bir yeni başlangıca götüreceğini görememişlerdi.
Bugün siyasi cenahların gösterdikleri adayların gücü, hepsinin bu değişimin farkında olduğunu gösteriyor.
Birileri değişimi geriye döndürme hülyası kurarken, Türkiye değişimi derinleştiriyor.