“Aklın gereği mevcut parlamenter sistemin demokrasi ve adalet kalitesini yükseltmek midir? Yoksa temel vurgusu evrensel değerler değil, ‘bize göre’ olan meçhul bir sisteme toplumu zorlamak mıdır?” diye soruyor, değerli yazar Taha Akyol geçen cuma yayımlanan yazısında. Aklın gereğinin ne olduğuna dair karşımıza seçimlik bir soru çıkarıyor.
Soru çok basit, ama sorun o değil. Sorunun üzerine yerleştirildiği gerçeklik, oldukça “varsayımsal” bir gerçeklik.
Aklın gereğine uygun bir tercihte bulunabilmek için, önce verileri doğru bir şekilde masaya yatırmamız gerekir. Yani gerçekliğe sadık olmamız gerekiyor.
Rasyonellik bilginin ve yaşamın temel ilkesinin akıl olması gerektiğini söyler. Siyasette aklın gereği pür tutarlılık değildir. Tüm cinayet mekanizmaları, tüm ideolojiler, radikalizmler tutarlılıkları sayesinde çekicilik kazanır. Ama sonuçları itibarıyla bireye ve topluma zarar verirler. Zira her tutarlılık doğru bir hedefe ulaşmanın garantisi değil.
Siyasette aklın gereği, zekâ, meşru amaç ve meşru yöntem arasında uyum gerektirir. Ve siyaset bilimi bu konuda bir değerlendirmede bulunurken, gerçeklikten hareket eder. Analitik bir şekilde ilerler.
Şimdi gerçekliğe eğilelim ve sorunun kendisini masaya yatıralım.
Mevcut sistem parlamenter sistem midir?
Parlamenter sistemin tipolojisine bakalım. Yasama ve yürütme arasında sert bir erkler ayrılığı ilkesinden ziyade, erkler arasında işbirliği geçerlidir. Hükümet Meclis’ten çıkar. İki başlıdır. Cumhurbaşkanı veya kral devletin sorumsuz başıdır. Kabine ise Meclis’e karşı sorumlu olup, yürütme erkinin ağırlık merkezini oluşturur. Meclis hükümeti düşürebilir. Yürütme de kimi şartlarda Meclis’i feshedebilir. Sadece bu teknik unsurlar açısından bakıldığında Türkiye bir parlamenter sistemdir. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecileri parlamenter bir sistem kurmuşlardır.
Sadece aristokratik veya başka bir siyasal elitten oluşan, serbest ve genel seçime dayanmayan bir parlamentodan da bir hükümet çıkarmak, cumhurbaşkanı seçmek ve bunları birbirleriyle dengelemek mümkün.
Böyle der isek, parlamenter sistem olmanın hiçbir önemi yok, başkanlık sisteminin de. Zira esas mesele ülkenin demokrasi olup olmamasıdır.
Demokrasi ülkenin nasıl bir hükümet modeliyle yönetildiğiyle değil, siyasi işleyişin meşruiyet ve onayını halktan alması, halkın katılımıyla işlemesi, halkın iradesinin ülkedeki egemenliği kullanması, kurum ve kuralların buna göre yapılandırılmasıyla ilgilidir.
Eğer sistemin demokratik olup olmamasını sistemin varlık şartlarına dâhil ediyorsak, Türkiye’yi parlamenter sistem olarak kabul edemeyiz.
Hoş Türkiye’nin anayasal düzenini yaratan tek partici, etno-sentrik, militarist, vesayetçi ve darbeci elitlerin “demokratik” bir hükümet modelini amaçladıklarını söylesek de aklı başında olan hiç kimse bunu ciddiye almaz.
Demokrasi, parlamenter sistemin varlık koşuluysa, sistem parlamenter değil. Varlık koşulu değilse bu durumda demokratik olmayan bir parlamenter sistemden söz ediyoruz.
Bu durumda sorunun başka bir zafiyeti ortaya çıkıyor. Sistemin “demokrasi ve adalet kalitesini yükseltmek” anlamsızlaşıyor. Zira önce demokrasi olmalı ki, kalitesinin yükseltilmesinden söz edelim.
O halde ortada aklın gereği olarak tartışacağımız bir öneri yok.
Aklın yolu, bana göre, öncelikle bir ülkede darbe yapanların kendi koydukları anayasayla kendi iktidarlarını garanti altına almaksızın sivil görünümlü hükümetlere iktidarın geriye kalan kısımlarını devretmeyeceğini, bu nedenle de asla demokratik bir sistem kurmayacaklarını görmekten geçer.
Sanırım biraz da bu yüzden, aklın yolu “mevcut parlamenter sistemin kalitesini yükseltmek” gibi sanal bir gerçeklikten değil, önce demokratik bir anayasal düzen tesis etmekten ve bunun “akla uygun” hükümet modelini tartışmaktan geçer.
Mevcut sistemle devam etmenin bu ülkeye bir yararı yok, “kalitesinin yükseltilmesi” işe yaramaz. Sorun sistemin etiketinde değil, bizatihi kendisinde...
Devam edeceğim.