Avrupa'nın tam göbeğinde savaş çıkıp, bir milyon Boşnak da vatanlarını terk edip farklı ülkelere sığınmaya başlayınca Türkiye de 'Müslüman kardeşlerimize' sahip çıkmak konusunda çok iyi bir sınav verdi. Din bağı yardımlaşma söz konusu olduğunda bazı Türklere çok iyi bir motivasyon oluyor.
Hakkını da yememek gerekir, 90'ların başında Boşnaklara Cemaat'in epey yardım eli uzandı. Mesela Cemaat'in desteklediği okullarda, dershanelerde çocuklara burs dağıtıldı.
Tabii bir kısmı Cemaat'e bu yüzden sempatiyle bakmaya başladı. Dershane hocaları, sınıf öğretmenleri de bu çocukların üzerinde iyi bir 'etki alanı' oluşturmak için epey çaba harcadı. Sohbetlere davet edildi, dini mitoslarla yakınlık kuruldu.
Bir kısmı Cemaat'le yakın ilişkilerini sürdürdü...
Bir kısmı ise Cemaat'e yardımlarından dolayı teşekkür etti, minnet duydu ama kendilerini biat etmek zorunda hissetmeyip 'Teşekkür ederim' diyerek yollarına devam ettiler.
Boşnakların çoğu Osmanlı'dan sonra İslam'ı pratik sebeplerle tercih etmişlerdi. Çok küçük bir kesimin pagan inanışıyla İslam arasında paralellik de kuruluyor ama Bosna'nın Müslümanlığının Osmanlı'nın sunduğu imkanlara dayanan bir tercih olduğu kabul ediliyor.
Dahası, savaş öncesi Boşnaklar hala pek çoğunun özlemle andığı Komünist Yugoslavya rejiminde yaşıyorlardı. Bu devletin dini yoktu. Dinin kamusal alanda pratiği yasaklanmıştı. Noel ağaçları da yoktu, Ortodoks ayinleri de, tabii bayram kutlamaları da.
Ancak insanlar kendi dinlerinin bilincinde, bunu bir 'kültür' olarak bir arada, barış içinde yaşıyorlardı. Müslümanlar bayramlarını (tıpkı bir zamanların Kudüs'ünde olduğu gibi) farklı dinden komşularıyla beraber kutluyorlardı mesela.
Sonradan 'egemenler' Yugoslavya'nın bölünmesine karar verdi.
Bölünmek için savaş çıkartıldı ve insanlık tarihi boyunca hiç şaşmayan benzer bir provokasyona başvuruldu ve başarıya ulaşıldı: Dine dayalı çatışma...
Buna rağmen Türkiye'ye gelen Müslümanların pek çoğu Komünist Yugoslavya'dan kalma alışkanlıkla, Türkiye'deki İslam anlayışından çok daha farklı, Batılı tip bir dindarlığı benimsemişlerdi. O yüzden zaten Cemaat'in kendi hayatlarına nüfuz etmelerine pek izin vermediler.
Soner Yalçın'ın kitabının adından esinlenerek söylersek 'bizim dinciler' o Müslümanlara benzemiyordu!
Zamanla, savaştaki yakınlık, birliktelik, dine dayalı dayanışma Bosna Hersek Devleti kurulunca sadece bizim Cemaat'çiler için değil genel olarak radikal İslam'ı benimseyen devletlerin kafalarında bir ampul yanmasına neden oldu. Arap ülkeleri, Afganistan Bosna-Hersek'i sırf Müslümanlık bağına dayanarak Avrupa'ya sızmak, Avrupa topraklarında ABD'ye direkt sınırı olan, tam merkezde yeni bir İslam devleti kurmak için fırsat bellediler adeta. Üstelik çok daha karmaşık bir yapıya sahip Türkiye'den daha kolay uygulanabileceklerini fark ettiler bu projenin: Bosna'da yüzde 42 yok, ordu yok, laikler yok, Cumhuriyet gazetesi yok...
Bu yüzden Arap sermayesi milyonlarca dolar dökerek Saraybosna'nın merkezine içinde içki ve domuz eti satılmayan (süpermarketinde bile) dev bir alışveriş merkezi açtı. (Konkuru kazanan mimar Müslüman olmadığı için ihale tekrarlandı ve Müslüman bir mimara verildi proje.) İnsanlara çember sakal bırakmaları ve Arap destekli cami cemaatine katılmaları için Ortadoğu'dan sıcak para aktarıldı.
Aynı şekilde Türkiye sermayesi de iki özel üniversite kurdu. Türkiye'de başörtüsü sorunu nedeniyle okuyamayan genç kızlara 'özgürlük' fırsatı gibi bu üniversiteler sunuldu ve bizim topraklardan buralara 'başörtülü öğrenci göçü' başladı.
Saraybosna sokaklarında belki tek tük başörtülü Boşnak vardır ama neredeyse bütün başörtülü genç kızlar Türk. Ne ilginç ki bu 'özgürlük' ortamında Cemaat'in, dinin, Türkiye'deki İslam'ın, başörtüsünün ne kadar iyi şeyler olduğunu çok güzel, çok ılımlı, çok cana yakın bir şekilde anlatıyorlar. Bir tür Mormon inadıyla; iyi niyetle, yardımla, cana yakınlıkla.
Pek çok Boşnak hala İslam'ı yaşayış biçimlerinin Türkiye'den daha ilerici olduğunu söylemekten de kaçınmıyor. Şimdilik bu insanlar çoğunlukta o yüzden de henüz Avrupa'nın ortasında bir İslam devleti tehdidi yok.
Ama kötü bir ekonomi var... Arap ülkelerinden sermayenin ilgisi var... Avrupa Birliği dışladıkça, serbest dolaşım hakkını vermedikçe toplumda içten içte oluşan bir anti-AB tepkisi de var... Karşılığında 'Bakın biz size kucak açıyoruz' diyen İslam ülkeleri...
Yugoslavya bölündü, Bosna-Hersek paylaştırıldı ama daha hesap bitmedi.
Tabloid nedir, neye yarar
Yıllarca uygulanmasına direnilen bir gazete boyutu nihayet Türkiye'de hayat buldu ve 'Dünya gazetelerinin boyu' diye sunuluyor, kimileri de metroda, uçakta okuması kolay diye övüyor bu yeniliği.
Öncelikle bir yanılgıyı bozmak gerek... Dünyanın bütün gazeteleri küçük boy değil, dünyada gazeteciliğin aldığı şekil de illa ki bu değil.
Avrupa'nın en başarılı gazetesi Bild ısrarla tabloid ya da berliner boydan kaçınıyor. Çünkü Bild kendisini bir 'manşet gazetesi' olarak tanımlıyor ve iddiasını da bildiğimiz gazete boyuyla yansıtabileceğine inanıyor. Bu konuda da başarılı olduğunu iki buçuk milyonluk satış rakamı ve karlılığından çıkarabiliriz. Özel haberle, manşetle kendinden söz ettirmek isteyen gazeteler küçülmüyor.
Ama dünyada bazıları daralıyor. Mesela New York Times... Alttan üstten kestiler gazeteyi ama yine elinize aldığınızda farkı pek hissetmiyorsunuz. Ustaca bir uygulama.
Tabloid ya da berliner boy hakkında konuşurken yayının kimliğiyle uyuşumu üzerinde de durmak gerek. Radikal pekala küçülebilir, çünkü bir manşet-haber gazetesi değil. Daha çok günlük dergi gibi; izlenim, yorum için Radikal okunur.
Hürriyet'in ise boyunun ufaldığını düşünemiyorum mesela...
Şahsi kanaatimi sorarsanız benim için en ideali ve Türk gazetelerinin geleceği için en uygulanabilir çözüm Habertürk boyutu. Hürriyet-Sabah-Sözcü dışında AKŞAM, Milliyet, Vatan, Cumhuriyet gibi gazetelerin bu boyu yavaştan tercih etmeleri çok daha karlı ve yerinde olur ileride.
Esme'nin adı
Ömer Madra ve Piyale Madra'nın kızları Esme meğerse 23 yaşına gelmiş... Şimdi çok başarılı bir oyuncu ve 'Çoğunluk' filmiyle kendinden söz ettiriyor.
Doğal olarak medyada da hakkında haberler çıkıyor.
Dünkü Milliyet Esme Madra'nın adının eski Türkçe'de dilek ya da dua anlamına geldiğini yazmış. Olabilir. Ancak anne ve babası Esme adını bu yüzden koymadılar.
Dikkatli okurlar ve Ömer Madra'yı azıcık bilenler Esme'nin neye gönderme olduğunu bilir. JD Salinger'ın 'Nine Stories' kitabında yer alan o meşhur öyküyü unutmak mümkün mü: 'For Esme, with love and squalor.'
Madra hem Salinger'ı çok sever hem de benim şahsi favorim 'Franny ve Zooey'i Türkçe'ye kazandırmış biridir.
Yazıyı yaz, faturayı bas
Lifestyle yazarlarının abartılı övgülerine karşılık bir tartışma yaşanıyor... Önceki gün Milliyet'ten Çağdaş Ertuna da bana ve Ahmet Hakan'a bu konuda itiraz etmiş. Yazısında katıldığım pek çok nokta var.
En önemlisi de mekanları tek bir seferle, tekil olaylarla yargılamamak gerektiğine dair söyledikleri... Çok önemli bu... Bazen aksaklık olabiliyor, genellenmemeli.
Ancak yanlış anlaşılmamak için kendi pozisyonumu hatırlatmak istiyorum.
Türk basınında hemen her konuda olduğu gibi mekan yazarlığı konusunda da çok fazla 'eş-dost-ahbap' kayırma var. Dahası, pek çok köşe yazarının hesap ödeme alışkanlığı olmadığını da biliyoruz. Bu durum doğal olarak abartılı övgü yazılarının çıkmasına neden oluyor.
Bu yüzden artık restoran yazılarını okuyunca otomatik olarak tepki geliştiriyorum. Vedat Milor'u okuyunca bile. Çünkü önce fotoğrafında gizemli bir kimlik olarak başladı, şimdi TV programıyla yüzü deşifre oldu, dahası 'ağırlandığı' yerleri de yazmaya başladı.
Bu durumun tek istisnası benim için Güngör Uras'tır. Hepimize restoran yazarlığını öğreten Güngör Uras'ı okuyunca bilirim ki dürüst ve adil bir değerlendirmedir onunki ve hiçbir restorancının parası Güngör Uras'ı satın alamaz.
Ortada bir etik problem olduğu belli.
Bunu çözmenin belli yolları var: Yazının sonuna masraflara dair bir not düşmek... Faturayı basmak... Bir formül bulunabilir.
Bir sözüm de genel yayın yönetmenlerine... Eğer yemek yazarlarının faturalarını kurumlarınıza ödetemiyorsanız hiç bu işe girişmeyin.