Çok değil, beki bir sene önce... Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek'in zamanında Abdullah Öcalan'la röportaja gittiklerinde çektirdikleri fotoğraflar yeniden sızdırılmıştı. Bazı gazeteler, bazı 'misyoner' İnternet siteleri ve mail gruplarında dolaşmaya başlamıştı...
Ergenekon davası kapsamında yargılanan iki ismi itibarsızlaştırmak için bu fotoğrafları kullanmaya kalkmışlardı. Çok da çaba harcamalarına gerek yoktu, zira Perinçek de Küçük de bu fotoğrafları zaten kendi kitaplarında kullanmıştı.
Önceki gün İmralı'dan iyi haber alan bir kaynak Abdullah Öcalan'ın BDP'deki bazı isimlere, özellikle de Osman Baydemir'e öfkesinin altında neyin yattığını söyledi: Apo, milliyetçilik siyaseti yapılmasından rahatsızmış. Özellikle de BDP'nin sadece bölge üzerine görüş bildiren bir parti olmasını istemiyormuş; tüm Türkiye'yi kapsaması, bütün Türkiye'nin sorunlarına değinen bir söylem tutturması gerektiğine inanıyormuş.
Belli ki milliyetçiliğin Kürt hareketine çok zarar verdiğinin farkında.
Aklıma Perinçek ve Küçük'le çektirdiği fotoğraflar geldi...
Bugün 'ulusalcı' sayılan o isimler neden zamanında Apo'ya gitmişlerdi, neden onunla dağda görüşmüşlerdi?
Çünkü o yıllarda PKK'nın Marxist-Leninist çizgide bir sol örgüt olduğuna inanıyorlardı. Bu bağlamda bir fikir birlikleri vardı. Perinçek de Küçük de hala sosyalist kimliklerini kaybetmemiş isimler sonuçta; o yıllarda da böylesi bir sosyalist örgütle işbirliği yapılabileceğine inanmışlardı.
Ancak ne zaman ki PKK sol köklerini terk etti, Kürt kimliğine dayalı ırkçı ve terörist bir çizgiyi benimsedi... Kendisine entelektüel destek veren Türk aydınını da kaybetti. Bu isimlerle Öcalan'ın yolu bir daha buluşmamak üzere ayrıldı...
Nereden nereye...
Bugün bizzat 'devletin' Apo'yla görüştüğü, pazarlık masasına oturduğu biliniyor. Ancak bu 'devlet'ten kimin kastedildiği hala netlik kazanmış değil. Hükümet bu işe bulaşmıyor, gelişmelerden de son derece rahatsız olduğu tahmin ediliyor. Habur görüntülerinin verdiği zararın farkındalar.
Öcalan'ın avukatları geçenlerde Ertuğrul Özkök'e görüşenler arasında 'askerin' de olduğunu söylediler; Genelkurmay'dan tam olarak ne dediği anlaşılmayan bir yalanlama geldi... MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın da İmralı'ya birkaç kez gittiği konuşuluyor.
Bütün bu süreçte en ilginç olansa Cemaat'in sözcüsü Hüseyin Gülerce'nin İmralı temasları oldu. Gülerce, Öcalan'ın avukatlarıyla 'gazeteci' olarak görüştüğünü iddia etti. Ancak Cemaat içindeki konumu ister istemez bu buluşmayı bir 'gazetecilik' faaliyetinden farklı yorumlamamıza neden oluyor...
Cemaat medyasının Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek'in Apo'yla fotoğraflarını sızdırmasını şimdi nasıl yorumlayacağız peki? Bir daha böyle bir itibarsızlaştırma kampanyasına kalkışırlar mı acaba; hiç zannetmiyorum.
Peki Apo'nun milliyetçilik siyasetinin zararları üzerine düşünceleri? Bunlar da görmezden gelinecek gibi değil ve şaşırtıcı...
Türkiye çok ilginç bir ülke işte... Kimin ne olacağı, ne yapacağı hiç belli olmuyor...
Melis'in albümü
Melis Danişmend arkadaşım... Ama bu söyleyeceklerim arkadaşlık hatırına değil. Bir kıyak falan yapmıyorum, dürüstçe 'Daha Az Renk' isimli albümünü çok beğendiğimi söylemek istiyorum.
Aslında bu albümden epey gecikmeli bahsediyorum. Açıkçası biraz çekiniyordum, korkuyordum...
Hayır hayır, 'Arkadaşına kıyak yapıyor' diyenlerden değil... Ya beğenmezsem diye dinlemeye çekiniyordum.
Malum, Melis medyada epey tanınan bir isim. Albümünden de medyada epey bahsedildi, hakkında çok haber çıktı. Bende de arkadaşım olmasına rağmen 'Acaba medya gazı mı' diye korkular belirdi... O yüzden bir türlü elim gitmedi... Ama tabii içten içe merak da ediyordum...
Daha evvel bir grubu vardı Melis'in, epey dinlemiştim Mojo'da. Acaba bu da benzer bir iş miydi diye düşündüm... Bayağı sıkı rock grubuydu üçnoktabir...
Sonunda jelatininden çıkartıp koydum 'Daha Az Renk'i... Bambaşka bir albüm çıktı... Minimalist, sade, hakikaten de 'daha az renk' içeren. Ön planda sadece melodi, Melis'in sesi, sözler var.
Hem de Türkçe müzikte hiç alışık olmadığımız türde sözler: 'Çirkin sesli bir politikacı, üçüncü sayfaya düşmüş bir katil', 'Kettle'da sular kaynattım / Boğazımdan içeri akıttım', 'Ayaklarımı kıçıma vura vura / Kaçmak istiyorum Büyükada'ya...'
Yeni, özgün, özgür. Ama en önemlisi kasmamış, kendini beğenmemiş, iddiasının altında ezilmemiş bir müzik... Günlerdir dinliyorum, dinledikçe daha da beğeniyorum.
Lütfen bu son olsun
Pazar gazetelerini karıştırırken iki konu özellikle dikkatimi çekti. Milliyet'te Güneri Cıvaoğlu'nun köşesinde Elif Şafak'ı anlattığı yazı... Ve Hürriyet Pazar'da Faruk Bildirici'nin Kaos GL'den Ali Erol'la yaptığı söyleşi...
İki röportaj üzerine isyan etmek istiyorum.
***
Türk basını... Lütfen bir Elif Şafak söyleşisi daha yapmayın! Kitapları var, gazetede köşesi var... Bir şey anlatması gerekiyorsa sesini duyuracağı bir sürü mecra var zaten... Twitter'ı bile var! Bir yazarın mahremiyetini daha fazla ihlal etmeyelim; bırakalım yalnız kalsın, bırakalım üretsin, biraz özleyelim onu... 'Elif Şafak'ın kafasına silah dayamışlar da o yüzden bu kadar çok söyleşi veriyor' diye safça düşünerek söylüyorum bunu; kendisi bu medya gazından hiç hoşlanmadığını varsaymak istiyorum.
Türk basını... Lütfen sırf cinsel kimliğini gizlemiyor, bir erkekle açık ilişki yaşıyor diye bir eşcinseli sayfalarınızda 'Cesaret emsali' olarak göstermeyin... Cesareti bu kadar basitleştirmeyelim... 'İlk gay çiftiz' gibi palavralarına aldanmayın... Yaşadığı sıradan olayları 'gay abartısı' halinde drama haline getirmesine ortak olmayın. Aktivist gaylerin en büyük özelliğinin trajedileri 'bire bin katarak' anlatmak olduğunu bilin; bu oyuna gelmeyin...
Ne olur... Bu son olsun...