Belki adını hiç duymamış olabilirsiniz ama Avusturya kökenli bir ABD’li olan Edward Bernays büyük adamdır! ‘İyiydi, kötüydü’ tartışılır ama, kesinlikle çok önemli bir karakterdir.
Amcası Sigmund Freud’un adı dünyanın bir yerlerinde her gün anıladursun, onun adı her gün zikredilmiyor olabilir; ama olsun, o, yaptıklarıyla belki de ‘maalesef’ her gün hayatımızın içindedir. Çünkü Bernays, amcasının psikanalizlerinden faydalanarak yarattığı ‘rıza mühendisliği’ kavramıyla, pazarlama ve satış dehasıyla, insanlarda bugün bile yarattığı etki, açtığı yolla bir köşe yazısında kısaca geçiştirilmekten öte üzerine makaleler döşenmesini hak eden biridir.
Onlarca yazı, derslere konu, muhteşem bir belgeselin ilham kaynağı, kitapların öznesi olmuştur, olacaktır da.
PROPAGANDA KÖTÜ, PR İYİ!
Amcası Freud’un çalışmalarını yakından inceleyen Bernays, 1900’lü yıllarda bunu paraya çeviren kişi olmuştur. “Savaş zamanı propaganda etkiliyse, barış zamanı niye olmasın?” fikrinden yola çıkan bu ‘dahi’, ‘propaganda’ kelimesinin Almanlar tarafından çok kullanılıp kötü bir anlam ifade etmesinden yola çıkarak yeni bir kelime bulur: ‘Public Relations’, nam-ı diğer PR, halkla ilişkiler. Amerikan başkanlarıyla, büyük şirketlerle çalışır. New York’ta ilk PR şirketini kurar. En ünlü işlerinden biri de sigara firması Lucky Strike ile yaptığı iştir.
KADIN İÇERSE…
Bernays psikolojiye başvurdu. Sigaranın erkek penisiyle, güçle, iktidarla özdeşleştirilebileceği bir dönemdi. Yüzlerce kişinin katılacağı bir yürüyüşte bir grup güzel kadının eline sigaralar verdi; gazetecileri ayarladı. Ertesi gün tüm gazetelerin birinci sayfalarında Özgürlük Meşaleleri yürüyüşü sırasında jartiyerlerinden çıkardıkları sigaraları yakıp ‘özgürce’ yürüyen kadınlar vardı. Sigara içen kadınların özgürleşmesi fikri tamamen irrasyonel olabilirdi ama hissi rasyoneldi! Bu da ona yeterdi. Sigara satışlarının arttığını, bu artışı ‘kadınların’ patlattığını söylememe gerek var mı?
YETENEK PATLAMASI
Bu konuya girişimin nedeni ise bambaşka biri; şu sıralar İstanbul, Beyoğlu’nda Pera Müzesi’ne yolunuz düşerse 162 adet fotoğrafını görebileceğiniz Nickolas Muray!
Hayatı tam bir başarı öyküsü. 1913’te, 21 yaşında, 25 dolar ve 50 kadar İngilizce kelimeyle Macaristan’dan ABD’ye göç eden bir fotoğrafçı. Aynı zamanda yakışıklı, alımlı, dilbaz, flörtöz, havalı bir genç adam; Olimpiyat madalyalı bir eskrim ustası ve pilot.
New York’taki ilk sergisi, flu tekniği büyük ilgi görüyor. Sergiyi gezerken de görüyor ve şaşırıyorsunuz ki, Greta Garbo’dan Marilyn Monroe’ya, Elizabeth Taylor’dan Martha Graham’a yüzlerce oyuncu, dansçı, sanatçı ve yazarı fotoğraflamış.
The New York Times’tan Vanity Fair’e, Vogue’dan Harper’s Bazaar’a pek çok yayın kuruluşuyla çalışan Muray ile Bernays’i bu yazıda buluşturan şey ise ortak çalışmaları.
İKİ DEHANIN BULUŞMASI
Benim şahsen her zaman Frida Kahlo fotoğraflarıyla bildiğim (hani aklınıza ilk gelen hemen hemen tüm Frida fotoğrafları onun elinden, âşık gözünden çıkma) Muray’in reklam alanında da bir deha.
Bernays’in hayatını ve çalışma yıllarını biliyorsanız, sergiyi gezerken ‘ışık yanıyor’: “Bu iki adam mutlaka birlikte çalışmış olmalı!” Ve araştırma sonucu; Bernays’in çalıştığı pek çok firmanın ‘çekici’ çekimlerini Muray yapmış. İlanların boyanarak yapıldığı dönemde Muray, Lucky Strike, Coca Cola, General Foods gibi markalara ait ilk renkli reklam fotoğraflarıyla nam salıyor. 21 Nisan’a kadar gezilebilecek sergide Muray’ın, bugün bile yaratıcı sayılabilecek reklam fotoğraflarına, fikirlere imza attığı bariz görülüyor.
FRİDA AŞKI
Ama yine de Nickolas Muray’den akılda kalan Frida Kahlo fotoğrafları oluyor. (Sergide iki de Frida videosu var ki, hayranlarına ısrarla görmeleri tavsiye edilir). Bir kadının hoşlandığı bir adamın vizörüne bakışı, bir adamın da âşık olduğu kadını fotoğraflayışının en renkli ürünleri. Evet reklam ilgi çeker ama aşk daima daha çok satar!
(Bu arada bu sergiyi geziyorsanız, aşağı kata da inin, ‘Çöl ve Deniz Arasında’ adlı muhteşem sergiyi de ihmal etmeyin)
Türkiye’nin röntgeni çekilse hangi hastalıklar görülür?
Haset, Husumet, Rezalet!
“SİGARA sağlığa zararlıdır cümlesi beni hiç etkilemedi ama ne zaman ki bir arkadaşım, ‘Sigarayı bıraktıktan sonra meyvelerin tadını daha iyi almaya başladım’ dedi, o zaman içmemeye karar verdim.”
Pek çok mesaj kaygılı söylemde, bir arkadaşımın bu cümlesi aklıma gelir; bazen bir şeyleri bambaşka fikirlerle, farklı söylemek gerekir. ARTER’de yakın zamanda açılan ‘Haset, Husumet, Rezalet’ adlı sergi 13 sanatçının yaratıcı fikirleriyle Türkiye’nin durumunu özetlemesi gibi. Ama Hale Tenger’in girişteki ‘Böyle Tanıdıklarım Var III’ adlı işinden özellikle söz açmak gerek. Son dönem işlerinin tümünde toplumsal sorunlara değinen,
izleyiciyi ‘yarattığı’ farklı mekânların içine çeken Tenger, bu defa da inanılmaz çarpıcı bir iş yapmış. Mekâna ‘büyütülmüş fotoğraf negatifleri gibi duran’ eserlerin asılı olduğu bir labirentle giriyorsunuz. Biraz dikkatle baktığınızda herkes tanıdık, her olay bildik! Hrant Dink cinayetinden 6-7 Eylül olaylarına, gazetecilere özgürlük yürüyüşünden ‘bilindik’ cinayetlere. Fotoğrafların her biri çeşitli ajans ve vakıfların arşivlerinden alınmış fotoğraflardan oluşturulmuş birer ‘röntgen filmi’. Fikir çok iyi değil mi?
ARTER’de Tenger, Türkiye’nin röntgenini çekmiş; hastalık tespit edilmiş. Bir de reçete yazsa da iyi olurmuş!
Atilla Taş’ın Hüsamettin Koçan’a katkısı olur mu!
Geçtiğimiz günlerde bir grup gazeteci, Hüsemettin Koçan ile İş Sanat Kibele Galerisi’nde açılan ’41 Adım’ başlıklı sergisi vesilesiyle bir kahvaltı yaptık. Ve açıkçası toplantının sonunda ona ‘hayran mektubu yazacak’ kıvama geldiğimi söylemeliyim. Doğallığına, açıklığına, iletişim kurma yeteneğine, kendine güvenine, ustalığına, birikimine, kültürüne, bunları hayata geçirişine, zaaflarını açıklıkla ifade edip üzerine gülüşüne ve tabii ki sanata bakışına…
BAKSI’NIN ETTİĞİ!
Koçan’ın doğduğu yerde, Bayburt’un Baksı Köyü’nde kurduğu çağdaş sanat müzesi Baksı’ya da geldi konu. İlginç bir hikâye dinledik. Bir gün bir telefon gelir sanatçıya; şarkıcı Atilla Taş, ‘Taş Devri’ adlı bir program yapıyordur ve Baksı Müzesi’nde çekim yapmak ister. Koçan, Taş’ın ‘sanatına’ bakınca bu isteği ilginç bulsa da kapıları herkese açıktır. Ekip gider Atilla Taş programını yapar. “Bugüne kadar kendimizi hep merkez medyada sanat sayfalarından ifade etmeye çalıştık” diyen Koçan’ın Bayburt’taki müzesinin ziyaretçi sayısı katlanır.
Koçan, o gün de Baksı Müzesi’nin diğer işlerini gölgede bırakma kapasitesinden şikâyet ediyordu; gülerek... Öyle olmasın; Hüsamettin Koçan’ın ‘41 Adım’ı, yani bugüne kadar ürettiklerinden 100’ü aşkın muhteşem eseri bir arada görülsün.
‘Mutlu edemedik, sizden hesap almıyoruz’ diyen balıkçı!
Cumartesi akşam; iyi balık yemek için birkaç yeri arıyoruz, “Yerimiz yok” diyorlar. İstanbul Bostancı’daki Cunda Balık ise “Kapı önünde iki kişilik bir yerimiz var” diyor “Soğuk olur mu?” sorumuzun yanıtı ise “Hayır”. Gidiyoruz; bir mezeler, bir mezeler… Cunda’dan gelen malzemeler; gözümüz dönüyor, masayı donatıyoruz; ızgara ahtapot da söylendi mi tamam.
Balıklar seçiliyor, “Biraz yiyelim, sonra ızgaraya atarsınız” diyoruz… Keyfimiz yerinde. Ama o açılıp kapanan kapı durmuyor, bir ondan rica ediyoruz “Kapatır mısınız?” diye, bir bundan; sonunda balıklar öncesi pes edip hesabı istiyoruz. Ne oldu biliyor musunuz? İlk önce başka bir yer bulmak için uzun bir çaba sarf ettiler, samimiyetle. “Yine geliriz, biz hesabı alalım” dedik. Şef garson geldi ve şunu dedi “Bir cumartesi gecesi yemeğinizde sizi mutlu edemedik, hesap almayacağız”!
Bir çatal alıp gönderdiğimiz tabaklar için bile garsonların “Bir sorun mu var” diye sormaz olduğu memlekette, bu ne güzellik. Neredeyse ağlayacaktım.
Reklamcı, mekân yazıcı bir insan hiç değilim; ama kötü servisler çağında, Cunda Balık’ı takdir etmeyelim de kimi edelim! (Bu arada kapı önünde yer ayırtıp taktik yapmayın, ayıptır, rica ederim.)