Berlin'de her yıl açılan 'Uluslararası Turizm Borsası'nda bu yıl da katılımcı ülkeler yemekleriyle ön plana çıkmaya çalışırken Türk mutfağı yine ne yazık ki hak ettiği şekilde tanıtılmadı.
Uluslararası Turizm Borsası' (ITB), Berlin'de dünyanın her yerinden gelen ve ülkesinin turistik zenginliklerini pazarlamaya çalışan insanların buluştuğu dev bir pazaryeri... Bu türden kongreler ve fuarlar yapamamanın hüznü bir yana, fuarı gezerken karşılaştığımız mutfak-yemek görüntüleri iyice içimizi acıttı. Hani un, şeker, yağ var ama bir türlü helva yapamıyoruz misali. 'Yahu bizde de alası var, niye adam gibi reklamımızı yapmaktan aciziz?' diye insanın aklından geçiyor ister istemez.
Bütün Güney Avrupa ülkeleri, başta Portekiz, sonra İtalya, İspanya ve Yunanistan, mutfak zenginliklerini getirdikleri ünlü aşçıların gösterileriyle süsleyip sunuyorlardı fuarın ziyaretçilerine. Fransızlar ise her zamanki gibi oldukça 'cool' tavırlarıyla burunlarından kıl aldırmadılar. Düşünsenize, önlüklerinde 'Michelin' yıldızı sahibi olduklarını ısrarla vurgulayan Fransız aşçılar, sanki aynı yıldıza sahip bir restorana gitmişsiniz gibi, listeden sizin seçeceğiniz yemeği hazırlayıp sunmak istediklerini, ancak biraz beklemeniz gerektiğini söylüyorlardı. TV röportajcıları sıraya girmişti önlerinde.
Fuarda tanıtılan yiyecek ve içeceklerin büyük bölümü ücret karşılığında sunuldu ziyaretçilere, yani her şey bedava değildi. Bir yanda şarap tadım stantları, diğer yanda zeytinyağı tadımı için sunulan yüzlerce örnekle, fuarda tam bir Akdeniz coşkusu yaşandı aslında. Elbette İranlılar hamur işlerini, pilavlarını, Avustralyalılar denizlerinin ilginç ve farklı lezzetler taşıyan balıklarını, Yeni Zelandalılar neredeyse ağızda eriyen kuzu etlerini, Afrika'nın ortasından gelmiş aşçılar adını not almakta zorlandığımız yemekleri sunarken tek dertleri vardı, bu mutfakla biraz daha turist çekebilmek.
BİZ NE YAPIYORUZ?
Son derece geniş katılımla gerçekleşen ITB'de mutfak adına biz ne yapıyorduk diye sorarsanız, ne yazık ki geniş bir malumat veremeyeceğim. Çünkü bu büyük dünya pazarında ne yazık ki, iddialı bir mutfağımız olduğunu kanıtlayacak pek bir şey götürememiştik. Ortalıkta dolanan ve insanlara ne ikram ettiğini bile bilmediği için -çünkü gerçek işi büyük olasılıkla bu değildi- şerbetçi ve benzeri birkaç sokak satıcısı örneği dışında dişe dokunur tek lezzet, Uşaklı Mustafa Yeldanlı'nın getirdiği lezzeti tartışılmaz tarhanalardı. Tarhanayı Türkiye standının o köşesinde bulup da hangi turizm alıcısı tadacak, daha sonra kendi müşterilerini Uşak'a yönlendirecekti bilinmez.
Berlin'de bir kez daha gördük ki, kendi kültürüyle gurur duyan bütün uluslar, kendi mutfaklarını da bir gurur vesilesi yapıyorlar. Her ülke önce kendi yemeklerini tüketiyor, daha sonra da onları turistik öğe olarak sunuyor. Tabii ki en şık restoranların mönülerinin başköşelerine yöre yemeklerini koyan bir ülke olamadık henüz. 'Kendi mutfağımızdan utanıyor muyuz acaba' diye düşünüyorum. Sonra da karnıyarığın, etli taze fasulyenin, cacığın, yaprak sarmasının utanılacak nesi var diyorum. Bunda galiba, 'Türk mutfağı ağırdır, demodedir' diye fetva verenlerin de etkisi var. Türkiye bu tür etkinliklere tarhanasını, bulgurunu götürüp 'Bakın biz Türkler, Hititler döneminden beri tohumları bozulmadan günümüze ulaşan 'siyez' gibi, 'kavılca' gibi buğdaydan yapılmış bulguru üç bin yıldır yiyoruz, sizin bütün edebiyat ve tarih kitaplarında okuduğunuz Homeros ile Heredot'un yediği bakla favasını hala yapıyoruz, yiyoruz' diyemez miyiz? Deriz elbette ama bunun bir mutfak politikası olarak benimsenmesi gerek.
Kabul edelim, ülkemizin aşçılık okullarının önemli bölümü yetersiz. Mezunların çoğu ancak çırak olarak mesleğe başlayabilecek düzeyde. Meslek içi eğitimler de uzmanlık eğitimleri verecek kurumlar da sınırlı. Ülkemizde de dünya mutfaklarını amatör veya profesyonellere öğreten mutfak araştırma geliştirme enstitüleri var ama Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın öncülüğünde kurulması gereken bir Türk Mutfağı Enstitüsü yok. O zaman da birkaç sınırlı istisna dışında gelen turiste binbir çeşit gibi görünen ama aslında hemen hepsi aynı plastik tatları sunan açık büfe yemekleri sunmak zorunda kalıyoruz, ya da 'buyurun kebaba' diyoruz.
Sonuç olarak çeşitlilik, yemek pişirme yöntemleri, lezzet ve doğallık açısından zengin olan mutfağımızı daha iyi tanıtmak olası, Berlin gibi fırsatları kaçırmamalıyız.
Türkler şarap da mı yapıyor?
Berlin'e, bu yıl ilk kez Anadolu topraklarındaki binlerce yıllık şarap kültürü taşınmaya çalışılmıştı. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından oluşturulan Türk standında tadı, özgünlüğü ve yöreleri farklı yedi üreticinin 34 farklı şarap türü, uzmanların bilgilendirmesiyle yabancı konuklara tattırılmaya çalışıldı. 'Türkiye'nin Şarapları-Kökleri Keşfedin' başlığıyla sunulan şarapların tanıtımı için Levon Bağış olağanüstü gayret sarf ediyordu ama yeterli miydi? Hayır! İyi niyetliydi ama şarap tanıtımı konusunda karşımızda onlarca örnek varken Türkiye'nin yaptığına 'başarılı' demek imkansızdı.
Levon dostumuzla konuşurken, en çok karşılaştığı sorunun 'Türkler şarap da mı yapıyor?' olduğunu söylüyordu. Bakın ne durumdayız. Türkiye'nin şarapları gerçekten lezzetli, farklı ve dünyadaki örnekleriyle yarışır nitelikte. Turizmde de iyi argüman ama doğru politikalarla.