Önümüzdeki salı günü 28 Şubat askeri darbesinin üzerinden tam 15 yıl geçmiş olacak. Toplumun çoğunluğunun inançlarını hedef alan sinsi ve karanlık bir darbeydi 28 Şubat. İlk kez bir askeri müdahale doğrudan mütedeyyin çoğunluğuna saldırdı. TSK, kendini var eden kendi halkına karşı savaş açtı adeta. Bir nebze dindar olan herkes işaretlendi. Önce Batı Çalışma Grubu, sonra Başbakanlık Takip Kurulu adı altında askerin emrinde hukuk dışı bir örgütlenme, kebapçılardan öğretmenlere, tezgahtarlardan bürokratlara, avukatlardan kapıcılara, doktorlardan ev hanımlarına kadar tüm sosyal katmanları fişliyordu.
Bir insanın 'mürteci' diye etiketlenmesi için namaz kılması, oruç tutması, kendisinin ya da yakınlarından birinin başörtülü olması, gümüş yüzük takması, evinde tablo olmaması, ailesinde herhangi birinin Zaman ya da Yeni Şafak okuması yeterliydi. Fişlenen insanlarla ilgili dosyalar TSK tarafından 'Karargah yargısı'na, 'Karargah polisi'ne, 'Karargah medyası'na ve dönemin 'Karargah hükümeti'ne intikal ettiriliyordu. Ve sonra da bu kişileri, kurumları ve grupları linç etme operasyonu dört bir koldan başlatılıyordu. Bazen yerel, bazen ulusal çapta yürüyordu bu operasyonlar. Böyle kirli ve yasadışı yöntemlerle milyonlarca insanın hayatı karartıldı maalesef. 'Medeni ölüm'e mahkum edildiler. Görünürde 12 Eylül tipi sert bir askeri darbe yoktu ama ondan daha tehlikeli, post-modern bir darbeci yöntem izleniyordu. Bu kirli işbirliği neticesinde halkın milyarlarca dolar parası da iç edildi. İşte şimdi eli kulağında olan 28 Şubat iddianamesiyle bunlardan hesap sorulacak...
Süreç yaklaşırken tartışmalar da alevleniyor. O dönemin iki medya aktörü çok ilginç bir kapışma içine girdiler: Ertuğrul Özkök ve Emin Çölaşan birbirini suçlamaya başladı. Bu tartışma 28 Şubat gerçeklerinin açığa çıkması açısından son derece yararlı. Özkök, CNN Türk'te yayınlanan Mehmet Ali Birand'ın hazırladığı 28 Şubat belgeselinde aynen şunları söyledi: 'Hürriyet ekibi olarak Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'e gittik. Emin Çölaşan sordu: 'Paşam siz onu bırakın da, darbe yapacak mısınız, yapmayacak mısınız?' Çevik Bir 'Siz ne diyorsunuz Emin Bey' diye cevap verdi.'
***
Ancak Özkök'ün bu ifadesine Çölaşan itiraz etti. Soruyu böyle sormadığını 'Gerekirse silah kullanacak mısınız Paşam' dediğini, Çevik Bir'in 'Evet' yanıtı vermesi üzerine de Özkök'ün Çölaşan'a heyecanlanarak 'Helal olsun Emin, yine manşeti sen kurtardın'' dediğini, üzerine de 12 Haziran 1997'deki meşhur 'Gerekirse silah bile kullanırız' manşetini attığını söyledi.
Bu müthiş gazetecilik karşısında ne diyeceğimi bilemiyorum! Al birini vur ötekine sözü tam bu iki 'gazeteci' için söylenmiş adeta! Çölaşan dünkü yazısında Özkök'ün kendisine şöyle dediğini yazıyor: 'Ben gazeteci değilim beyler, ben cambazım cambaz. Ben elindeki altı topu havaya fırlatıp yere düşürmeyen jonglörüm. Ben patronu, damadını ve kızlarını idare eden bir cambazım. Bu adam bana patronu adına rüşvet teklif eden biridir. Hürriyet'ten istifa edip gitmem karşılığında bana çok büyük paralar önermiş, elimin tersiyle itince karşımda mosmor olup gitmişti.'
***
Bunları yazan Çölaşan kendini de 'Paraya, pula hiç tamah etmeyen bir namus timsali' olarak sunuyor. Pes değil de ne denir bu duruma bilmiyorum. Uzan-Doğan kavgasının en keskin günlerinde patronu Aydın Doğan'a gidip 'Uzan, 500 bin dolar öneriyor patron, n'apayım?' diyen adeta kendi patronuna 'Bana bu kadar parayı vermezsen Uzan'ın adamı olur, senin aleyhine yazarım' diye şantaj yapan bu 'namus timsali' Çölaşan değil miydi? Üstelik 'Bana şu kadar yüz bin dolar vermezsen Uzan'a gider, onun adamı olurum' diye kaç defa Aydın Doğan'ı şantajla tehdit etti acaba? Önce bunları anlatsın... 'Her türlü yolsuzluğu cesurca yazarım' diyen Çölaşan, Uzan'a dair eline gelen onlarca yolsuzluk belgesini masa altına sakladı mı, saklamadı mı? Niye kalem oynatmadı o konuda?
Namustan, şereften, haysiyetten en son söz etmesi gereken insanların 'namus timsali' diye kendilerini pazarlaması yok mu?.. İnsanın kahkaha atası geliyor hakikaten!