Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 Mayıs günü yaptığı Rusya ziyaretiyle iki lider bir yıl içinde beşinci kez görüşmüş oldu.
Tabii zirvelerde yüz yüze görüşme dışında lüzumlu hallerde telefon diplomasisi sürekli devrede oldu.
Bu önemliydi, çünkü uçak krizi, bu krizin aşılması için gösterilen çabalar, bu çabaların sonucunda ilişkilerin normalleşmesi aşamasında menfur bir FETÖ suikastıyla Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlof hayatını kaybetmişti.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin bozulması arzulanan bir durum olarak gözüküyordu. Rusya’nın Türkiye’nin tarihi kuzey komşusu olması bir yana, hem ekonomik ilişkiler, hem de Suriye’deki durum itibarıyla Rusya’nın Türkiye ile karşı karşıya getirilmesi planlanmıştı.
İki ülkenin liderleri çok önemli bir diyalog geliştirerek bu tuzakları bozmuş oldular. Son zirve de ilişkilerin normalleşme sürecini tamamladığı ve onun ötesine geçme aşamasına geldiğini ortaya kondu. İki lider bunu net bir dille ifade ettiler.
Bu zirvede şu önemli sonuçlar elde edildi.
1-Türk-Rus orta vadeli işbirliği programının yerine getirilmesi,
2-Karşılıklı kısıtlamaların kaldırılması,
3-Ticaret ve enerji alanında işbirliğinin güçlendirilmesi,
4-Ticarette milli para biriminin kullanımına geçilmesi,
5-Vize muafiyeti,
6-Suriye konusundan tam işbirliği,
7-Savunma sanayii ticareti alanında işbirliği,
8-Turizmin canlandırılması,
9-Kültürel işbirliğinin geliştirilmesi.
Osmanlı-Türkiye tarihine bakıldığında, milli bir özellik olarak vatan tehlikeye girdiğinde, sert gücün çok etkili biçimde kullanıldığı ve ekseriyetle başarı elde edildiği görülür. Hatta 15 Temmuz’da olduğu gibi, millet vatanı için topyekûn kendisini feda etmekten çekinmez.
Ancak sahadaki başarının kazanıma veya güç durumdan çıkma yönünde diplomatik başarıya tevdi etmek konusunda aynı performans gösterilmiş midir, bu incelenmeye muhtaç bir konudur. Yani sert ve yumuşak gücün birbirini ne oranda tamamladığı çok önemlidir. Hatta dünyanın şu anki sürecinde diplomasi çok daha kritik bir mücadele/kazanım/kayıp alanı olacaktır.
Bu nedenle, bundan sonra çok aktörlü, çok kutuplu hale gelecek küresel düzende, merkez dünyadaki Türkiye’nin dünyanın her yerindeki güçlü aktörlerle birbirini tamamlayacak, dengeleyecek, ülkeyi güçlü, müreffeh ve güvenli hale getirecek ilişkiler tesis etmesi kaçınılmazdır.
Ve bunun diplomatik sıçramalarla yapılması gerekir.
Avrupa ile bir vesayet ilişkisine dönüşmüş ilişkilerin eşit bir zemine oturtularak rasyonelleştirilmesinden tutun da, ABD, Rusya, Ortadoğu, Çin, Hindistan, Afrika, Güney Amerika, orta, güney, uzak Asya ülkeleri ile geliştirilecek rasyonel ilişkiler, Türkiye için hayati bir zorunluluktur.
O nedenle, “Eksen kayıyor” gibi dar görüşlü, Batı vesayetini tahkim edici gündemlerle zaman kaybetmek yerine, bu ilişkilerin nasıl kurulması/geliştirilmesi gerektiği konusunda çaba gösterilmelidir. Adı geçen tüm bu coğrafyalar konusunda bürokrasi, ekonomi, medya, STK ve akademi dünyasında bir uzmanlar ordusuna ihtiyacımız var. Her şey Erdoğan’ın vizyonuyla olmaz. Herkes yük almalı ve bunu milli bir ödev de saymalı.
Özellikle gençlerimizi bu alanlarda parlak ve bakir bir kariyer alanı bekliyor.
Türkiye’nin birçok avantajı var. Bizim bir sömürge geçmişimiz yok. Geniş bir gönül coğrafyamız var. Dünyanın her yerine başımız dik gidebiliyoruz. Kimsenin toprağında gözümüz olmadığı, dürüst/mert bir partner olduğumuz biliniyor. Bunu görmek için son Hindistan ziyaretinde mevkidaşı Mondi’nin Cumhurbaşkanımıza tavırlarını izlemek yeterli.
Dik durmak için çok bedel ödedik ama dünyada bu büyük bir takdir topladı. Avrupa’daki durum da bu dik duruşa arızi bir tepkidir.
Komşumuz Yunanistan, solcu bir lider eliyle küreselcilere ve Almanya’ya teslim olurken, özellikle 15/16 Temmuz ve 16 Nisan’dan sonra Türkiye’nin ele geçirdiği bu tarihi fırsatın iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekir. Diplomasi alanında başarı, olmazsa olmazımızdır.