İlber Ortaylı’nın ifade ettiği gibi 19. yüzyıl Osmanlı’nın en uzun yüzyılıydı. Sultan Abdülhamid dönemi ise çok daha farklı şekilde öne çıkar. Esasen son kudretli/bağımsız Osmanlı Padişahı ve son halife Abdülhamid Han’dır. Diğerleri kemalistlerin iddia ettiği gibi birer “hain” olmasalar da, İttihatçıların domine ettiği iktidarsız kişilerdi.
***
Sultan Abdülhamid, Enver/Talat ve Mustafa Kemal ideolojik olarak birbirlerine çok tezat kişiliklermiş gibi bir tarih anlatımız vardır. Oysa onlar mümkün olsa ve bir masa etrafında otursalar, birbirlerini kesinlikle çok iyi anlayacaklardı. Genel zannın aksine, hepsi de modern liderlerdir. Abdülhamid’in İslamcılığı bizzat onun en modern/seküler özelliğidir.
***
Hepsinin de ortak meselesi devleti kurtarmak idi. Çoğunda da panik ile kaygı göze çarpardı. Kuşatılmışlık hissi hepsinde baskındı. Zaten bütün Osmanlı seçkinleri gibi tüm İttihatçılar Abdülhamid’in kurduğu ideolojik/modern okullarda yetişmişlerdi.
***
Jakobenler nasıl köyülerden birer Fransız yaratmaya çalıştıysalar, Abdülhamid de uyruklarından, göçebelerden birer Osmanlı vatandaşı yaratmaya çalışıyordu. Hıristiyan uyrukları, özellikle Ermenileri histeri derecesinde olası beşinci kol faaliyetinin bir parçası olarak kodlamıştı. Dolayısıyla da Rus, Japon ve Habsburg hanedanlarının izlediği yolu o da izledi. Devleti muazzam derecede merkezileştirdi ve uyruklarının hayatına geçmişte olmadığı kadar müdahil oldu. Onlardan sadık, uyumlu bir Osmanlı vatandaşı çıkarmaya çalıştı. Kurmak istediği şey, dayanıklı bir üst kimlikti.
***
Abdülhamid’in yaptığı basit bir tercih değildi. Abdülhamid devletin meşruiyet ve beka sorununu bu yolla halletmek isterken, seleflerinin kurduğu düzeni yıkıyordu. Yani meşruiyet ilkesinin kaynağı artık ilahi düzenden (Kurani) kaynaklanan yaygınnbir adalet anlayışı olmaktan çıkmış, İslami motiflerle bezenmiş defansif bir ideolojiye endekslenmiştir. Sapına kadar sekülerdir.
***
Nitekim İttihatçılar Abdülhamid’in ideolojisini tamamen tevarüs etmişlerdir. Mustafa Kemal ise aynı ideolojiyi sadece dini kılıfından çıkarmış, jakoben bir laikçilikle yorumlamıştır. Zaten Abdülhamid’den sonra ne saltanat, ne de hilafet kalmıştı. Mustafa Kemal sadece tabureyi itti.
***
Üst kimlikte dinin, dilin, ırkların önemini yadsıyacak değilim. Soru, bugün bu ülkeyi bir arada tutacak üst kimlik ile ilgili bir sorun yaşayıp yaşamadığımızdır.
Sorun bu ise, soru da “ülkeyi bir arada tutmanın titreşimlerini hangi ortak noktalardan alacağız?” olmalıdır. Defansif, kadük ve dışlayıcı ideolojileri bir kenara bırakıp bir zamanlar kurmakta başarılı olduğumuz özgün adalet anlayışına geri dönebilir miyiz? Buradan hem dini, hem seküler bir uzlaşı/kesişim alanı çıkmaz mı?