Yani din, akla ve tabiata uygunsa meşru ve geçerlidir. Böylece din meşruiyet kaynağı olma vasfını kaybederek aklın ürettiği medeniyet gibi bilim gibi değerlere uygunluk gösterdiği oranda meşru kabul edilir...
İfadesinde özetlenecek ikinci evre fazla sürmeden miadını doldurur.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının din ile münasebetlerinde üçüncü evreyi ve özelliğini İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun dilinde ifadesini bulan şu tabir çok iyi tanımlar: "İslam dinini Türkleştirmek lazımdır." Bu safhada artık 'İslam' kelimesi tek başına kullanılmaz, bunun yerine 'Türk İslamı' veya 'Türkleşmiş İslam' tabirleri kullanılmaya başlanır.
Aslına bakılırsa bu anlayış yeni değildir. İttihat Terakki ile başlamış Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura ile Cumhuriyet dönemine taşınmış, bir dönem Maarif Vekilliği de yapmış Reşit Galip ve daha sonra Limancı Hamdi olarak tanınacak Ahmet Hamdi Beşer gibi isimler vesilesiyle 1933'lere kadar taşınan bu anlayışın bir de adı vardır: Telifci anlayış.
Telifçi anlayışın amacı İslam'ı çağa, resmi ideolojiye uyumlu hale getirmek, dilini Türkçeleştirmek ve sonuçta dini milliyetçiliğin emrine vermektir.
O yıllarda henüz Kemalizm (Kamalizm) ismi kullanılmaya başlamamış; lakin resmi ideoloji, toplumun yaşam tarzına, dış görünümüne, diline, alfabesine, müziğine tepeden inme, jakobence müdahale ettiği gibi dine de müdahale etmiş, dinin müstakilliğini, meşruiyet kaynağı olma vasfını ortadan kaldırarak 'milli bir din' yaratılmasını istemiştir.
1926 yılında namazda ilk defa Türkçe dua okunması bu konudaki en sert uygulamalardan birisidir. Bu uygulama inkılapçı çevrelerde büyük bir heyecan yaratır. Mesela Abdullah Cevdet'in yazdığı makale: "Göztepe İmamı Mehmet Cemaleddin Efendi ilk defa ibadette Türk lisanını kullanmış olmak şerefini kazanmıştır. Bunu milletin ilhamıyla yapmıştır... Anladığımız ve iman ettiğimiz manasıyla İnkılab'ın yaşaması ve pür-afiyet yaşaması için, inde'l-hace ölümün karşısına da çıkmaya hazır olan müminleri vardır."
Bu anlayışın devamı olarak 1928 yılında bir komisyonca 'Dini Islah Beyannamesi' hazırlanır. Hazırlanan raporda ibadet dilinin Türkçe olmasının yanında; namaz vakitlerinin mesai saatlerine göre ayarlanması, camilere sıra ve müzik aletlerinin konulması gibi bir dizi teklif yer alır.
(Ara not: Bu raporun tam metni için; Gotthard Jaschke, Yeni Türkiye'de İslamlık, Bilgi Yayınevi)
29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilanıyla beraber Anayasa'ya "devletin dini din-i İslam'dır" yazılmasına;
O gün Mehmet Emin Yurdakul'un Meclis kürsüsünden cumhuriyeti ve cumhuriyet hükümetini takdis edip bu 'Allah'ın hükümeti'dir demesine;
Yine Ziya Gökalp'in aynı günlerde "Türkiye'de Allah'ın kılıcı halkçıların pençesinde ve Allah'ın kalemi Türkçülerin elinde idi... Bu kılıçla bu kalem izdivaç ettiler. Bu izdivaçtan bir cemiyet doğdu ki adı Türk Milleti'dir" diye satırlar döktürmesine rağmen;
Telifçi kanat zamanla güç kaybeder, dolayısıyla, Türk İslam/Türkleşmiş İslam'dan bizatihi Türklüğün/milliyetçiliğin din kabul edildiği bir vadiye geçilir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi ortada henüz Kemalizm yoktur, bu nedenle din olma vasfı millete ve vatana verilir, Mustafa Kemal ise bu dinin peygamberi olur.
Milliyetçilik dininin mabedi ise 'Türk Ocakları'dır. Din orada inşa edilir. Orada tebliğ edilecek hale getirilir, biatlar orada alınır, müminler orada sayılır.
Mesela 1924 yılı, Türk Ocakları Dergisi'nin bir sayısında Abdurrahman Hamid şöyle diyecektir:
"Bir kıble tanıyorum! O sensin Anadolu
Gönlüm, gözüm, yüreğim büyük aşkınla dolu
Ne beyin, ne paşanın, ne hakanın kuluyum
Kendine secde eden milletin oğluyum"
1926 yılı Kasım ayı Türk Yurdu Dergisi'nde Doktor Mehmet Hilmi Beyefendi de der ki:
"Ocağımız milli mabedimizdir... Bu mabede yalnız Türk muhabbeti, Türk fazileti, Türk şefkati, Türk evsaf-ı hasenesi girer... Burası milli mefkure kabesidir..."
Dedik ya bu aşamada Mustafa Kemal'e bu dinin peygamberliği düştü diye... O hususu da Mehmet Emin Yurdakul bakın nasıl ifade eder;
"Türk'ten peygamber çıkmaz diye, Türk'ün ruh ve dehasını inkar edenler, seni, yanındakiler göstererek 'İşte!' diyorlar..."
(Devam edecek)