‘Kimi toplumlarda yüz çizgilerini belirginleştirip saçları ağartan yaşlılık insanlara saygınlık ve değer kazandırsa da, gençliğin, canlılığın, sağlığın ve çekiciliğin baş tacı edildiği, yaşlılığınsa büyük çoğunlukla güçlü biçimde yadsındığı Batı toplumlarında aynı şey geçerli değildir. Yaşlanmak, birçok Batılının gözünde, yüzün yavaş yavaş yitirilmesi ve kişinin kendini günün birinde yabancı yüz çizgileriyle görüp özden yoksun kaldığı duygusuna kapılmasıdır.’
Bu satırları okuduğumuzda çoğumuz kendimizi hangi dünyaya ait hissettiğimizi sorgularız; Kabaca, Doğulular gibi mi, Batılılar gibi mi düşünüyoruz diye… Estetik operasyonların gittikçe arttığı ülkemizde Doğulu bir anlayıştan Batılı bir anlayışa kaydığımızı da fark ederiz. Yüz çizgileriyle barışık insan sayısının gittikçe azaldığı bir gerçek.
Yukarıdaki satırlar, Fransız Antropolog ve Sosyolog David Le Breton’un Türkçeye de Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından çevrilen ‘Yüz Üzerine, Antropolojik bir deneme’ adlı kitabından. Eser, yüz üzerine daha önce hiç düşünmediğimiz şeylerle yüzleştiriyor insanı… İşte altını çizdiğim satırlardan bazıları;
‘Yüz bir ahlakı simgeler, edimlerin sorumluluğunun üstlenilmesini gerektirir… Yüz değiştirmek, varoluş değiştirmek, o ana dek dünyayla ilişkiyi belirleyen kimlik duygusundan kurtulmak ya da biraz da tehlikeli biçimde araya bir süreliğine mesafe koymak anlamına gelir.
Yüzün insanın en insanca yeri olduğunu söyleyen Breton, yüzü varlığın gizli merkezi olarak tanımlıyor. Bu nedenle yüzün biçiminin bozulması, bir anlamda varlığın yitirilmesi, kişiliğin yıkımı olarak deneyimlenir.
Rönesans’la birlikte insan bedeninin onu çevreleyen dünyanın dışında, artık dünyaya ve evrene tutarlılık kazandıran bir maddeden örülmüş olarak değil, egemenliğinin sınırlarını çizdiği bir bireyin varlığını vurgulayan, etten kemikten bir yapı olarak görüldüğüne işaret eden yazar, artık bireyin ortaçağ insanının anlayacağı biçimde bir topluluk üyesi olmaktan çıkıp, kendi başına bireye dönüştüğüne vurgu yapar.
Batı’nın kendi içindeki değişim sürecinde tabiatın kutsallığını yitirdiği çağa denk gelen bu değişimle birey artık gruptan koparak, kendi hikayesinin bağımsızlığını ortaya koyar. Bu düşünce sanatta portreciliğin gelişimini hızlandırır. Fotoğrafın icadı ve yaygınlaşmasıyla yüzün anlamı ve fonksiyonu değişir. Güvenliğin, kimlik bildiriminin bir parçası haline gelir. Ama daha önemlisi eskiden yalnızca varlıklı insanların ya da düşünce dünyasının seçkinlerinin portre yaptırmaya gücü yeterken artık herkes ‘kendisine son derece benzeyen’ portre çekebilir hale gelir.
Demokratikleşme olarak değerlendirilebilecek bu süreci ‘Pierre ya da Belirsizlikler’ kitabının yazarı Melville, ‘Eskiden dâhileri ölümsüzleştiren portreler, şimdi kalın kafalıları güncelleştiriyor’ sonucunu çıkarır. ‘Herkesin portresini yayımlattığı bir ortamda gerçek seçkinlik, ancak kendi portrenizi yayımlatmamakla olur’ diye de ekler.
Tüm bunlar Breton’un Yüz’e dair antropolojik çalışmasının sadece küçük bir özeti. Antropoloji, üzerinde hiç düşünmediğimiz şeyler hakkında, yüklendiği anlamları, değerleri, simgeleri, imajları kültürel çerçeve içinde ortaya koyan ufuk açıcı bir alan.
Özellikle insanın en çok aynayla dost olduğu bu çağda Yüz’e dair antropolojik deneme kitabı okunmaya değer.