Dünyanın genel gidişatını, sanatsal etkinliklerin temalarından da okumak mümkün. Geçtiğimiz hafta birkaç gün arayla önce Yurtsuzlaşma temalı İstanbul Trienali’ni, ardından Ütopya temalı Londra Bienali’ni ziyaret etme fırsatı buldum. Birisi, 16.yy’da dünyanın gidişatından memnuniyetsizliğin ilanı sayılabilecek çığır açıcı bir metin olan Thomas More’un Ütopya’sından, diğeri yerküreden yükselen insan çığlıklarından ilham alıyordu.
Sondan başlayalım; bu yıl ilki düzenlenen Londra Bienali, Londra’nın ünlü sanat merkezi Somerset House’ta 37 ülkenin katılımı ile gerçekleşiyor. Ülke bazlı sergilere ev sahipliği yapan Bienal, 27 Eylül’de, yani bugün sona eriyor. Türkiye’nin de, İKSV koordinasyonu ile ‘the wish machine’ (Dilek Makinası) adlı tasarımla yer aldığı etkinlik, biraz da ülkelerin tarihî, kültürel ve sosyo-politik kodlarını taşıyor. Türkiye bu anlamda, Anadolu’nun kadim kültüründe yer alan ‘dilek ağacı’ndan ilhamla Bienal’de temsil ediliyor.
İnteraktif tasarımlar her zaman ziyaretçilerin daha çok ilgisini çekiyor. Nitekim Dilek Makinası, ziyaretçilerine geleceğe dair umutlarını, ütopyalarını yazıp, bir tüp içine koyarak, altıgen şeffaf bir tünel içinden bilinmeyen bir yere gönderme deneyimi yaşatıyor. Bu anlamda Türkiye’nin, gelenek ve bienal gündemi arasında ‘soft’ bir tema ile yer aldığını söylenebiliriz Bienal’de.
Her ülkenin ilham kaynağı farklı. Kimisi daha politik, kimisi daha güncel, kimisi dijital araçlarla bir temsiliyet gösteriyor Somerset House salonlarında. Örneğin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, su kaynakları temasıyla varlık gösterirken, Avustralya plastik kirlenmeye karşı bir tema ile katılıyor.
Japonya’nın temsili ise, Japon kültüründe önemli bir yeri olan ‘mitate’, yani ‘sanki bir şeyi ilk kez görüyormuşçasına bakma kültürü’ üzerinden kuruluyor. Gündelik hayatın aşina olduğumuz objelerine, yeni bir gözle bakabilme hatırlatması yapılıyor. Japon sanatçı Yasuhiro Suzuki’nin enstalasyonları, ziyaretçilerini dünyaya adeta bir çocuk saflığıyla bakabilme duygusuyla uğurluyor.
Biz de, Somerset House’tan bu duygularla ayrılıyoruz. Batı düşünce tarihinin belli başlı ütopyalarını, Platon’un Devlet’ini, Bacon’un Yeni Atlantis’ini, Campanella’nın Güneş Ülkesi’ni ve nihayetinde Thomas More’un Ütopya’sını (Ou-topia= olmayan bir yer) hatırlayarak... Ütopyalar, gerçek hayatta yaşananlarla idealin mukayesesi için kaleme alınmış metinler. Bir anlamda tanrısal bir iddia taşıyorlar.
Bunları düşünürken, telefon ekranından BBC’de yayımlanan Halep’teki saldırı görüntüleri gözümüze ilişiyor. Ütopya’dan Distopya (dysphoria=kötü bir yer)’ya geçiş...
Fakat ne ki, her şey, parçası olduğumuz dünyadan... Suriye’de son yılların en ağır katliamlardan birisi yaşanıyor. Çocuklar enkazların altından çıkarılıyor, insanlık ölüyor ve fakat dünya sessiz!
Mitate deneyimi yapılabilir mi böyle bir zamanda?! Çocuk saflığıyla, tüm yargılardan sıyrılıp bakılabilir mi yaşananlara?! Bütün deneyimler boşa çıkıyor...
Eskiçağ’dan bu yana, Anadolu’dan, Mezopotamya’ya, Akdeniz’den İran’a giden, dünyanın en önemli medeniyet kavşaklarından birisi, Halep, bütün insani, tarihî ve kültürel değerleriyle beraber, hunharca katlediliyor. ‘Oval ve küresel ofislerde üretilen savaş nedenleri, insanlığın geleceğini dipsiz kuyulara bırakıyor...’
Cumartesi günü, Yurtsuzlaşma temalı İstanbul Trienali’nde, bu dipsiz kuyulara bakan sanatçılar ile devam edelim konumuza...