Birleşmiş Milletler (BM) 24 Ekim’de 69 yaşına girecek. Dünyada belki de en çok bilinen uluslararası kurum olan BM, II. Dünya Savaşı’nın sonuçlarıyla ortaya çıkan küresel şartlarda dünya barışını ve güvenliğini korumak, ekonomik, toplumsal ve kültürel işbirlikleri yapmak üzere kuruldu.
Fakat bugün kuruluş amaçlarından birisi olan küresel barışa ne katıyor? BM Güvenlik Kurulu’nda yalnızca beş daimi üyenin kendi çıkarlarını merkeze alarak verdiği kararlar hangi sorunlara çare oluyor? Son yıllarda yalnızca Türkiye’nin değil Almanya, Japonya gibi ülkelerin de BM’nin işlevsizliği konusunda eleştirileri var ve köklü bir reform öneriliyor.
Bu reform ihtiyacı, BM’in zamanın ruhunu yakalaması adına hayati önem taşıyor. Zira BM mevcut yapısıyla bu ruhu yakalamaktan uzak görünüyor. Her ne kadar BM Genel Kurulu toplantılarına ‘çokkültürlülük, farklılık, hoşgörü’ gibi postmodern görüntüler yansısa da, Güvenlik Kurulu 5 ülkenin vesayetine dayanan ‘tekillik, bütünlük, evrenselcilik’ gibi çağının gerisinde bir aklı temsil ediyor.
Tıpkı eski dünyanın ‘büyük adamlar’ çevresinde dönen siyasal düzenleri gibi. Tarih yazım geleneğine de yansıyan bu düzende tarihi yapanlar hep ‘büyük adamlar’dı. Başarının temel parametresi ise, siyasi ve askeri gelişmelerdi. Öyle ki devletlerin tarihi, militarist başarı ölçütlerine göre ‘kuruluş, yükseliş, gerileme’ diye kayda geçiriliyordu. Oysa son 30-40 yıldır dünyada büyük değişimler yaşandı. Bu değişimi yine tarih yazım geleneğinden izlemek mümkün. Artık yalnızca ‘büyük adamlar’ın ve muktedirlerin tarihi değil halkların, yerel kimliklerin, ötekinin, kadınların, çocukların tarihi yazılıyor. Hatta gündelik hayat dahi tarih yazıcılığının konusu haline geldi. Artık hayatı yorumlarken dünyadaki küçük kıpırtıların bile hesaba katıldığı bir küresel muhayyile var.
Hâl böyleyken BM’in siyasal aklı hâlâ 1945’lerin ruhunu temsil ediyor ve tüm dünyayı ilgilendiren konularda son sözü hâlâ bu ‘5 büyük’ söylüyor. Geçmiş yıllarda Ruanda, Bosna, Kosova, Filistin’de olduğu gibi BM en son Suriye’de yaşanan katliamlara da duyarsız kaldı.
İşte böyle bir noktada, Türkiye’den eski dünyanın ‘güçlüysen haklısın’ denklemini tersine çevirecek vicdan yüklü bir sesin yükselmesi çok değerli. Başbakan Erdoğan’ın iç siyasette her türlü vesayete karşı, adaletten ve vicdandan yana tavrı dış siyasette de yankılanıyor. Yıllardır Türkiye’de ‘realite’ye teslim olmuş pasif dış politika savunucuları, bu vicdani sesi ‘romantik ve duygusal’ bulsa da, bugün artık her şey çoklu denklemler üzerinden yorumlanıyor. Zekâ dahi çoklu bir anlayıştan hareketle tanımlanıyor. Mantıksal, sözel ya da sosyal zekânın yanında ‘vicdani/ahlaki zekâ’dan söz ediliyor.
Vicdandan yoksun bir mantık siyaseti, dünyaya kaostan başka bir şey vaat etmiyor. Reel politikaya vicdanı da dahil eden bir siyasal aklın başarı şansı çok daha yüksek. Çünkü insani... Bu nedenle ‘Dünya 5’ten büyüktür’ demek bizi realiteden uzaklaştırmaz, aksine hayatı tüm yönleriyle ele alan bir tutarlılığa götürerek uzun vadede daha güçlü kılar.
Çünkü doğrunun bizatihi kendisi güçtür.