Mekâna rengini veren, kimlik kazandıran içindeki insan ve yaşantı. Yaklaşık iki aydır aktif biçimde kullanılmaya başlanan Cumhurbaşkanlığı Sarayı da içinde yaşandıkça bir renge bürünüyor. Henüz inşaat aşamasında ‘gösteriş ve israf’ tartışmalarına konu olan saray, şimdi içindeki kimlik öğeleri ile gündemde.
Öncelikle şunu ifade edelim ki, pek çok mevzuda olduğu üzere saray da, işin hakikati üzerinden değil, Türkiye’deki yerleşik ideolojik kalıplar üzerinden tartışılıyor. Nitekim iktidar karşıtları, oryantalist klişeleri çağrıştıran ‘1000 odalı saray’ diskuru üzerinden sarayın ‘gösteriş abidesi’ bir mekân olduğu fikrinde mevzi aldılar. Bundan 4-5 yıl önce, 11. Cumhurbaşkanı döneminde alınmış ve Cumhurbaşkanlığı makamı için lüks sayılmayacak altın sarısı dekorlu bardakları dahi mevcut Cumhurbaşkanı’nın ‘israf’ hanesine yazdılar. Oysa gidip gören hemen herkesin ittifak ettiği bir şey var; sarayın iddia edildiği kadar gösterişli olmadığı. Temsil mekânlarının –ki bu sarayın yalnızca makam kısmını oluşturuyor- bulunduğu bölümdeki özel bir dekor dışında sarayın geri kalan bölümleri sade ve normal bir devlet yönetim binasından öteye geçmiyor. Sarayı yakından görenler, binanın Türkiye’nin son 10 yılda artan refahına ters düşen bir yanı olmadığı fikrinde birleşiyor. Türkiye’nin yeni yapılan hastaneleri, havalimanları, okulları ne ölçüde imkânlara sahipse, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın irili-ufaklı 1000 odası da benzer özellikler taşıyor.
Gelelim asıl mevzuya; Cumhurbaşkanlığı’nda yapılan son iki büyük devlet başkanı kabulü sırasında 16 Türk Devleti’ni temsilen özel kostümlü askerler hazır bulundu. Uluslararası diplomasinin sembollere dayanan bir tarafının olduğunu hesaba kattığımızda Filistin ve Azerbaycan Devlet Başkanları’nın kabullerinde ortaya çıkan görüntüler büyük anlamlar taşıyor. Diplomasi dilinde, sözle ifade edilemeyen şeylerin protokolün inceltilmiş kurallarına yedirilerek, muhataba adeta fısıldanması gibi, renkli görüntüsüyle 16 asker de, muhataplarına köklü bir geçmişin hatırlatmasını yaptılar.
Kuşkusuz modern demokrasiler için güç parametreleri bu sembollerle sınırlı değil. Gayri safi milli hasıla, demokrasi standartları gibi başka reel göstergeler asıl güç temsilleri. Fakat Türkiye gibi Mezopotamya’dan, Hitit’e, Roma’dan, Selçuklu’ya, Osmanlı’dan Modern Cumhuriyet’e, çok katmanlı bir tarihsel tecrübeye sahip bir ülkenin bu kıymetlerini modern diplomasi diline dahil edebilmesi aslında uzun yıllara dayanan bir ihmalin telafisi.
Türkiye 90 yıl önce geçirdiği zihniyet evrimi sonucunda, boşaltılmış bir hafıza ile köklü tarihi geçmişini bir yük olarak gördü. ‘Türk aydın’ı, İngiltere, İsveç gibi güçlü siyasi ve kültürel gelenekleri olan ülkelerde bu tür tarihi temsilleri görüp hayran kalsa bile, kendi ülkesinde bunlara mesafe koymayı adeta bir ‘modernlik’ olarak telakki etti. Bugün, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda görüp eleştirdiği de çoğunlukla yine bu kompleksli bakıştan kaynaklanıyor. Sergilenen performansın uygulaması elbette tartışılabilir, hatta olgunlaştırılabilir ama bir fikir olarak belli ideolojik kalıplardan sıyrılmış Yeni Türkiye’nin yeni yönetim merkezinin geçmişiyle komplekssiz bir ilişki kurması ve bunu taşıyabilmesi bu ülke için iyi niyetleri olanların sadece memnuniyet duyabileceği bir şey.
Saray, yanında inşa edilmekte olan kütüphane, kongre merkezi ve cami ile yakın bir gelecekte seçilmiş Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği kimlik ile de örtüşen bir çehreye bürünecek; tarihiyle bütünleşmiş, kapılarını millete açmış bir yönetim merkezi hüviyeti kazanacak.