Sanat hayatımızdan çıktıkça kabalaşıyor, öfke denizinde boğuluyoruz. Daha çok müze açmak, daha çok edebiyat kitabı ‘üretmek’, müzik festivalleri düzenlemek, resme, müziğe, edebiyata daha çok yer açmak öfkemizi dindirip, modern insanın içindeki ejderhayı öldürür mü? Sanmam…
Belki de sanatı formlara, kurumlara, organizasyonlara hapsettiğimiz için bunca karmaşa. Gündelik hayatın içinden sanatı çıkardığımız için bunca öfke.
Oysa çay içmek dahi bir sanattı doğunun yitik geleneğinde. Avlanmak bir sanattı. Söz söylemek sanattı. Elbisemizin eteğinin üzerinde uyuyan bir kedinin uyanmasını beklemek bir sanattı.
Ne zaman gündelik hayatın içinden duyarlılığı, estetiği çıkardık, sanatı rakamlarda aramaya başladık, o zaman ruhumuz öfkeye, hırsa, kabalığa teslim oldu.
Şimdi sanata ne kadar önem verdiğimizi, sanat galerilerimizin sayısı, ziyaretçi istatistikleri, etkinlik oranları ve uluslararası katılımla ölçüp değerlendiriyoruz. Notaları, boya ve fırçaları yerli yerinde kullanmayı estetik arayışın yöntemi olarak algılıyoruz. Yapımcılar ve senaristler sahneler kurguluyor, juriler kılı kırk yarıp 120 dakikaya hapsedilen sanatı teşhis etmeye uğraşıyor.
Bir yönüyle aslında kendisi bir sanat olabilecek yaşamdan çıkıyor, başka bir âlemde sanat düzenekleri kurmaya çabalıyoruz. ‘Sanat üretimi’ ifadesi meseleyi zaten nasıl gördüğümüzü ortaya koyuyor. Sanat, adeta sentetik bir fabrika imaline dönüşmüş durumda.
Sanatı deneyimlemek için bir tablonun karşısına geçmemiz gerekiyor adeta. Pratik olanla estetik olan arasına koyduğumuz bu ayrım, bizi dualist bir dünyanın gerilimine hapsediyor. Yaşadığımız kakafoni işte tam da bu dualizmler nedeniyle…
Bazı insanların ölümleri bize şunu söyletir; ne kadar güzel yaşadı… İşte aslında bu, hayatı ilmek ilmek dokunan bir sanat eseri hassasiyetinde yaşamanın tezahürü. Yaşamı tek bir sanatsal süreç olarak algılamak sayesinde bu güzellik.
Modern insan yapacaklarına, ulaşacağı hedefe odaklanır. Oysa geleneksel dünyanın tüm kodları, yapılacakların nasıllığı üzerinedir. Usul, esasın dahi önüne geçebilir bazen. Hayatın en basit, mütevazı, sıradan anları, yaşam sanatının inşa edildiği anlar olarak değerlendirilir.
Gündelik hayata yabancılaşan sanat anlayışı, sanatı müzelere, konser salonlarına hapsederek, modern insanı bir gerilime sokar.
Hayatı bir sanat eseri haline getirmek, modern insanın çok da hoşlanmadığı bir ruh disipliniyle mümkün. Bunu yeniden hayata geçirecek şeylerden birisi ise, okulları bir işletmenin ötesinde görebilmekten geçiyor. Sözgelimi öğretmen, tabiatın dilini öğrenciye tercüme edecek bir rehber olduğunda, mekanik bir bilgi aktarım sürecinden çıkan bir sanata dönüşür öğrenmek ve öğretmek.
Öğretmenlik bu nedenle ‘genç ruhları örs üstünde döverek işleyen bir demir ustalığı’ olarak tanımlanabilir. Okulları ‘bir insan mektebi’ olarak görüp, yaşamı dualist ikilemlerden çıkaracak bütüncül bakışlara ihtiyacı var dünyanın.
Hayatı bir sanat eseri olarak yaşama azmi, acil ve uzun vadeli dönüşümler gerektiriyor. Antik dünyanın, geleneğin ilhamına kendimizi açmak ve modernitenin tüm insanlığı savurduğu anlayışları sorgulamaya açmakla başlıyor her şey.