Türkiye’de son bir haftadır tartışılan ‘Amerika’nın keşfi’ meselesi aslında ciddi bir özgüven sorununu gündeme getirdi. Akademisiyle, medyasıyla Batı’nın kendi hegemonik gücünü ayakta tutma gayreti karşısında en başta yerli oryantalistler, Avrupa merkezci bir tarih yorumuna teslim olmuşluğun çarpıcı örneklerini verdiler son bir haftadır. Bir gazete İspanya’daki bir enstitü öğrencilerinin Türkiye’deki bu tartışmayı alaya alarak nasıl müzakere ettiklerini yazarken aslında kendi zihinsel sefaletini ortaya koydu mesela. Yabancı basın yayın organlarının meseleye yaklaşımını canhıraş bir şekilde sahiplenen yorumcular kendi tarihlerine olan yabancılıklarını ve medeniyet kökleriyle nasıl kavgalı olduklarını gösterdiler.
* * *
Batı hegemonyasının kurucu metinleri zihinlerinin bütün kıvrımlarına öyle yerleşmiş ki, kendi köklerini inkâr pahasına bu sefaleti tercih ediyorlar, bu artık onlar için trajik bir varoluş biçimi haline gelmiş. Batının kurguladığı tarih yorumu dışında hiç bir fikre açık olmadıkları gibi ‘biz kimiz?’ sorusunu sormak akıllarından dahi geçmiyor. İçine düştükleri kimliksizlik çukurundan çıkma gibi bir gayretleri de yok.
Bir nesil böyle bir özgüvensizlik içinde yaşadı ve hayatını yine böyle bir zihni sefalet içinde geçirip gidecek. Şimdi aslolan yeni nesiller için özgüvenli bir varoluş hikâyesinin nasıl inşa edileceği. Geçmişe adil bir hafıza ile bakabilen, ‘öteki’ne vicdani ve ahlaki bir diplomasi diliyle yaklaşan, kendisiyle barışık bir varlık öyküsünün yeni nesiller arasında nasıl mayalanacağı, Türkiye’nin en büyük meselesi.
Kuşkusuz bunun için önce ‘ben kimim?’ sorusunu soracak bir zemin açmak gerekiyor gençler arasında. Küreselleşme tüm kimlikleri haz ve hız tutkusu içine hapsedip tektipleştirirken bu soruyu sormak elbette kolay değil. Fakat gelecek bu soruyu sorabilenler ve cesaretle bunun cevabını arayanların olacak.
* * *
Ülkemizde ‘ilerleme’nin amentülerinden biri İngilizce öğrenmekken, kendi
yerli modernliğini inşa etmek için batı dilleri yanında Arapçayı, Farsçayı, Osmanlıcayı
ve hatta mukayeseli çalışmalar için Latinceyi, Grekçeyi öğrenme zahmetine talip olanların sayısı yok denecek kadar az. Buna dair bir teşvik de maalesef yok. Söz gelimi klasik çalışmalar yapan bir enstitüye sahip değiliz. Klasik dillerin öğretildiği, eserlerin çevrildiği bir merkezimiz yok. Oysa böyle bir kurumun varlığı bile ‘ben kimim?’ sorusunu sorabileceğimiz bir düşünce evreninin eşiği olabilirdi.
Bugün klasik diller ve kültürler üzerine uğraşan insanlar köhnemiş bir dünyanın mensupları olarak görülüyor. Akademimiz, ilmin derin menfezlerinde kazı yapan bu insanları modası geçmiş bir dünyaya hapsetmiş, bir atalet içinde. Onları gündelik ihtiyaçların, konjonktürel tartışmaların içine çekmeden, onlardan istifade edebilecek geçişli kurumsal yapılardan yoksunuz ne yazık ki.
* * *
Batı, istifade ettiği diğer medeniyet katkılarını zikretmeye ihtiyaç duymaksızın, kendi hikâyesini Antik Yunan’dan Roma’ya, Roma’dan Hıristiyan Avrupa’ya, Hıristiyan Avrupa’dan Rönesans’a, Rönesans’tan Aydınlanma’ya, Aydınlanma’dan Siyasi Demokrasi ve Sanayi Devrimi’ne uzanan bir soy ağacı haritası ile anlattı tüm dünyaya yüzyıllarca. Bu hikâyenin PR’ını siyasi, akademik, kültürel ve medyatik bir arka planla, güçlü kurumlar yoluyla yapmaya da devam ediyor.
Sorunlu bir modernleşme öyküsü olan Türkiye toplumu ise, kendi içinde tutarlı böylesi bir soyağacından yoksun. Ülkenin tüm renklerini içine alacak yeni bir varlık hikâyesi yazma ihtiyacı, belki de böyle tartışmalar vesilesiyle bundan sonra daha çok gündemimize girecek. Ama bunun için önce bazı ezberleri bozmaya niyetlenmek ve özgüven sorununu aşmak gerekiyor.