Dört bakanın yolsuzluk ithamıyla karşı karşı kalması, AKP tabanı için büyük bir yük oluşturmadı. Çünkü önemli olan verilecek tepkiydi ve iktidara yakın seçmenin giderek artan bir bölümü söz konusu bakanların Yüce Divan’da aklanmalarını doğal gördü. Bir norm olarak ele alındığında aynı kanaat muhtemelen Komisyon’da da geçerliydi. Nitekim bazı bakanların malvarlıklarındaki artışla ilgili kuşkular da seslendirilmişti. Yüce Divan’a göndermeme kararı açıkça siyasi bir tasarruf olarak gözüküyordu. Oysa Komisyon savcılık görevi yapmakta ve hukuki davranmak zorundaydı…
Ne var ki bu ‘doğru’ tutum çok kritik bir varsayım üzerine oturmaktaydı: ‘Hukuk mekanizması ve bunu yürüten yargı sistemi tarafsız bir hakemlik kurumudur…’ Eğer böyle bir varsayımınız varsa bakanların yargıya gitmesinden daha doğal bir şey olamaz. Ama eğer bu varsayımın geçerliliği sorguya açılmışsa ve sizin de bu konuda gerçek kuşkularınız varsa ne yaparsınız? Komisyon’un önündeki mesele buydu. Elindeki dosyaların hukuki güvenilirliğine onay vermek zorundaydı. Ama ayrıca elindeki dosyanın hukuki süreciyle ilgili de zımnen güven beyanında bulunması gerekiyordu.
Komisyon’un AKP’li ve hepsi de hukukçu olan üyelerinin her iki konuda da hukuken tatmin olmadıkları anlaşılıyor. Dosyaların hukuki zemininin sakat olduğu zaten biliniyordu. Deliller esas olarak bir MASAK raporuna ve 2008’de gelen bir imzasız ihbar mektubuna dayanmış gözüküyordu ama yetkililer tam dört yıl her nedense hiçbir işlem yapmadan beklemişlerdi. Ardından 2012 yılında ve 2013 Ağustos’unda yeniden iki imzasız ihbar mektubuyla soruşturma tetiklenmişti. Bu ihbarların sahipleri bulunamadı ama son ihbarın yapıldığı IP adresinden daha önce en az on iki ihbarın daha yapıldığı ortaya çıktı. Ortada bir ‘tezgah’ olduğunu düşünmemek zordu. Polisin içinde bir grubun formel soruşturmanın açılması için delil biriktirip, yine kendi inisiyatifiyle bu süreci tetiklediği anlaşılıyordu. Devamında soruşturma açılmış, yüzlerce insan usulsüzlüklerle dolu bir süreçte izlenmişti. Nihayet dosyanın serencamına bakıldığında, beş yüz küsur sayfalık ilk iddianamenin soruşturma sonuçlarından bağımsız olarak, önceden üretildiği anlaşılıyordu.
Kısacası yolsuzluk ithamı taşıyan söz konusu dosyanın kendisi bir hukuki yolsuzluk örneğiydi… Dört bakanla ilgili suçlamaların ne derece gerçek olup olmadığını bilmiyoruz. Kamuoyunun genelinde en azından bir bölümünün gerçek olabileceğine dair bir kanaat var. Ancak buna karşılık hazırlanmış olan dosyanın kasıtlı, siyasi amaçlı ve hukuken caiz olmayan bir zemin üzerine oturtulduğunu görebiliyoruz.
Hukuki sürecin kendisi de Komisyon’u berrak bir resim karşısında bırakmıyordu. Dosyayı hazırlayan ilk savcı suiistimal nedeniyle görevden uzaklaştırılmış, devralan savcı ise takipsizlik kararı vermişti. Eğer dosya Yüce Divan’a gönderilirse bunun anlamı takipsizlik vermiş olan savcının ‘yanlış’ yaptığı, suiistimal yapmış olanın ise zımnen aklanmasıydı. Eğer Yüce Divan da aynı minvalde görüş belirtirse yargı yapılanması üzerinde bir baskı oluşturulabilecek ve bu durum siyasi kavganın malzemesi haline gelecekti. Böylece adli gözüken ama tümüyle siyasi bir süreç başlayacaktı. Ön planda dört bakan bulunacak, arka planda yargı içindeki dengeleri yeniden oluşturmaya yönelik bir operasyon tetiklenebilecekti. Buna Anayasa Mahkemesi’nin de süreç içerisinde ve seçimlere doğru giderken ne denli tarafsız kalabileceği sorusu eklemlendiğinde durum daha da çetrefil hale geliyordu. Soru Mahkeme üyelerinin kim tarafından seçildiği değil, bu üyelerin süreçte muhtemel davranış kaymalarına ne denli açık olduğuydu…
Kısacası Komisyon’un önünde hukuki sağlamlığı olan bir dosya olmadığı gibi, hukuki süreç açısından da gönül rahatlığıyla güvenilebilecek bir zemin gözükmüyordu. Bu durumda savcılık işleviyle yüklenmiş olan Komisyon, aynen bir önceki savcı gibi, takipsizlik kararını destekleme eğilimi gösterdi.
Bu durum vicdani meseleyi ortadan kaldırmıyor. O ‘dosyalar’ kamu vicdanında halen açık… Bir yeniden inşa hamlesine girişebilmek bu alanda da ‘helalleşmeye’ muhtaç. Öte yandan uzun vadeli bir inşa hamlesi, kısa vadede ayakta kalmayı gerektiriyor ve AKP iktidarı önümüzdeki seçimi geçene kadar bu açıdan ilave riskler yüklenme niyetinde gözükmüyor. Yüce Divan’a gidilmemesi belki ‘yeni’ Türkiye’nin daha engebeli bir yolda ilerlemesini ima edecek. Ama eğer Yüce Divana’ gidilseydi belki de o yola hiç çıkılamayacaktı… En azından AKP’lilerin hissiyatı bu yönde…
Not: MümtazerTürköne kendisini saklamak için çırpınmaya devam etmiş… Ama maalesef artık uçamayacak.