Global krizden evvel ABD ve Avrupa merkez bankalarının işi göreli olarak kolaydı. Kontrollarındaki faizleri indirip kaldırarak ekonomiye fren veya gaz yaptırabiliyorlardı. Faiz hareketleri banka sisteminden ve menkul kıymet piyasasından ekonominin geneline yayılarak kredi miktarını da ayarlayabiliyordu. Ancak 2008 sonrasında bankalar faizlerini sıfıra indirmeye mecbur kalınca ‘normal dışı’ yaklaşımlar önem kazandı. Bu çerçevede menkul kıymet alımları ile likidite yaratmak 2009 yılından bu yana temel para yaklaşımı oldu. İlaveten 2008 yılından itibaren başta FED olmak üzere merkez bankaları geleceğe dönük faiz düzeyi garantisi vererek risk algılamasını azaltmaya çalıştı. FED 2008 yılında politika faizini 0.2 düzeyinin altında tutacağını garantiledi. 2012 yılı geldiğinde bir de kriter koydu: İşsizlik oranı yüzde 6.5 düzeyine inene kadar da likiditeyi piyasadan çekmeyecekti. Bu, kişi ve kurumlar için sabit faizle borçlanmak anlamına geliyordu, tüketim ve yatırım yapın demekti. Bu geleceğe dönük garantiye de “forward guidance” dendi.
BUNDAN SONRA NE OLACAK?
Likidite alımları ile forward guidance böylece beraber kullanılmaya başlandı. Bu çerçevede ABD, İngiltere, Avrupa ve Japonya Merkez Bankaları’nın toplam bilançoları 9.7 trilyon dolara vardı. Yaratılan likiditenin bir kısmı bankalarda atıl dururken, bir kısmı da ortalığa saçıldı. Özellikle gelişen ülkeler dolar cinsinden likiditeden nasiplerini aldılar. Sermaye hareketleri tüm ülkelerin cebini doldurdu, tüketim ve yatırım yapıldı. Ama likiditeyi geri çekme zamanı da gelecekti, nitekim o gün yaklaşmaya da başladı. Piyasada Merkez Bankaları’nın yeniden garanti vermesi ve garantinin politikanın değişim tarihini açık seçik ifade etmesi bekleniyordu. G7 ülkelerinin tümünde toplam 27 milyon işsiz varken mali kurumlar ve yatırımcılar sabırsızlandılar ve mayıs ayında, özellikle gelişen ülkelerden, yapılarındaki riske göre kısmen sermaye çıkışı başladı. Yaşanan budur. Geçtiğimiz hafta ABD’de Kansas City Merkez Bankası’nın organize ettiği ünlü Jackson Hole Merkez Bankaları buluşmasında ise, büyük merkez bankalarının başkanlarının bulunmamasına rağmen önemli tartışmalar yaşandı.
MERKEZ BANKALARININ İŞİ ÇOK ZOR
Dünya 1971’e kadar sabit kur sisteminde idi. Ama bu arada Mundell ve Fleming tarafından 1961’de üretilen ve genel kabul gören teoreme göre serbest sermaye hareketi varken, sabit döviz kuru ve bağımsız para politikası bir arada olamazdı. Bu teorem çerçevesinde birçok ülke döviz kurlarını serbest bırakıp para politikasını kontrol altında tutmayı seçmişti. 2013 Jackson Hole toplantısında London Business School Profesörü Helen Ray bir araştırma sundu. Araştırmanın sonucu dalgalı kurun bile, ülkeleri dev sermaye hareketi serbestisi ortamında koruyamayacağı idi. Yani aslında “Trilemma” yani üçlem olarak adlandırılan Mundell teoremi, sadece bir “dilemma”, yani ikilem idi. Sermaye hareketinin yarattığı sorunlar H.Rey’e göre ancak sermaye hareketi kontrolü, bankaların ağır regülasyona tabi tutulması, katı kredi kontrolü gibi önlemlerle frenlenebilirdi. Bu arada da Hindistan ve Brezilya gibi sermaye çıkışı yaşanan ülkeler ise son dönemde sermaye hareketi kontrollarının çalıştırılamadığını görerek kaldırmışlardı.
Yani şu anda ekonomi teorisinde karışıklık ve kargaşa var. Merkez bankalarının işi de zor! Belki çözüm global rezerv parayı tek bir ülkenin parası (yani dolar) olarak kabulden çıkılması ve yeni bir finansal sistem düşünülmesi gerekli. Çünkü ABD sonuçta Avrupa, Asya ve Afrika’yı ve özellikle de gelişen ülkeleri değil, doğal olarak daha fazla kendi ekonomisini düşünerek önlem alacak. 2013 -2015 arasında yaşanacaklar da yeni bir finansal sisteme yön verecek!