Kendimi bildim bileli Fenerbahçeliyim.
Futbol, hemen hepimiz için mahallede başlayan bir tutku. Hereke’de, Karakol Mahallesi’ndeydik. Karakol Spor’un ilk formalarını teneke kutuda kaynattığımız sıcak suya kumaş boyası boca ederek boyadığımz atletlerimizle tasarlamıştık. Akşam olduğunda hesabı evde zor verilmiş olsa da takımımızın bir forması vardı. Artık rengimiz belliydi.
Çikletlerden, çikolatalardan çıkan futbolcu resimleri ilk biriktirdiklerimiz oldu. Takımı ezbere sayamamak büyük bir ayıptı.
Pazartesileri okul bahçesinde ne yorumlar yapılırdı! Datcu ile başlar, Cemil ile bitirirdik.
Sonra bir gün, Beşiktaş’ın stadında hem de onların tribününde 1-1 biten maçta, stadyumda izlediğim ilk lig maçında Cemil’in inanılmaz bir çeviklik ve hızla attığı gol ile ayağa kalktığımı hatırlıyorum. Hesap ediyorum; 70’li yılların başı olmalı. Belki çocuk olduğum için, belki de o zamanlar “futbol” gerçekten oyun olduğu için tepki aldığımı hatırlamıyorum.
FUTBOLUN İÇİNDE OLDUM
Türkiye’nin anarşi ve terörle yaşamak zorunda kaldığı yıllarda bile hep futbolun içinde oldum. Galatasaraylı, Beşiktaşlı arkadaşlarım doluydu. Hâlâ da var ve futbol seyir keyfini en çok onlarla birlikte olduğum ortamlarda alıyorum.
İtalya - Türkiye maçını hatırlıyorum. Sadece parazit dolu bir ekranda hangi lekenin kim olduğunu ayırmaya çalışırken, kalede Sabri’nin devleştiği, Riva ile Rivera’yı ilk defa bize karşı televizyonda seyrettiğim maçı...
Rövanşında kalede Yasin olmalı. Şerefli yenilgiler dönemiydi o günler bizim için. Ve yine olmamıştı. Ne yapalım!
Yıllar sonra, bu kez 78 olmalı,
Eindhoven’de PSV bizi 6-1 yendi. Olsun! Raşit şeref golümüzü atmıştı ya!
Futbolun kurallarını tam uygulamadığımız yıllarda bile oynadığımız yerin durumuna göre kurallar uydururduk. Yenilsek de atılan gol şeref golü sayılırdı. Gol atan galip olurdu. Ofsayt olmazdı. Üç korner bir penaltı olurdu. Okulun bahçesinde oynamak gerekirse, top kozalak olurdu.
Kısacası, bu bütün dünyayı ilk oynandığı günden itibaren kasıp kavuran oyunu eğip büksek de oyun olmaktan çıkarmazdık, çıkaramazdık!
Fakat...
Gün geldi; bunu da becerdik.
Futbolu, tam bir “ucube” haline getirdik.
Artık benim bile aklım yetmiyor, kafam basmıyor.
Ne olup bittiğini anlamak için, daha iyi anladığını sandığım dostlarımı aradım. Koca bir pazar günü bir sürü görüşme yaptım. Heyhat! Durum çok da farklı değil. Onlar da sükût ederek, anlıyor numarası yapıyorlar!
Geldiğim sonuç şudur: Ben artık futbolumu istiyorum. Dizi senaryosu okur gibi “tape”lerdeki diyalogları okumaktan bıktım.
Menajer, yönetici, futbolcu üçgeninde 1 milyar dolarlık pazardan pay kapma kavgalarına kurban olan ve artık safiyetini yitiren bugünkü “ayak oyunları”ndan bıktım.
Mahkeme, tahkim, Yargıtay, UEFA, Futbol Federasyonu kararları peşinden koşmak istemiyorum.
O meşin yuvarlağın peşinde gerçek ayak oyunlarını sergileyen adam gibi adamları izlemek istiyorum.
Bu benim en tabii hakkım!
Hayır, buna hakkın yok diyen her kişi ve kuruluşun karşısındayım.
Elbette yöntemim kaos çıkarmak olmayacak, olmaz.
Ama eminim bir yol bulacağım, bulacağız.
Artık yeter: Futbolumuzu istiyoruz!