İşin operasyonel kısmına geleceğim ama öncelikle şu iktisat bilimi ile ilgili kısmına biraz değinmek istiyorum. Sanıyorum sosyal bilimler içinde, siyasetin de temel belirleyici değişken olmasından dolayı, iktisat en zengin ve en iddialı literatüre sahip olan bilimlerden biridir. Sonuçta var olanı ve var olandan yola çıkarak oluşturduğumuz değerleri (varlıkları) nasıl bölüşeceğimiz hayli politik bir sorundur. Hatta temel politik sorundur ve bu sorunla ilgili bilim dalı doğrudan iktisattır.
Bundan dolayı da Sanayi Devrimi Batı’da büyük bir iktisat anlatısı çatlağı oluşturmuş ve bu çatlak, bütün bir 20. yüzyılı-günümüze sarkacak şekilde- belirlemiştir. Burada liberal iktisat-sistemin statüko tarafında- anlatısında Adam Smith’i başlangıç noktası kabul edersek, karşı tarafta, Marx’ı başlangıç kabul edebiliriz ama Marx’ın “tarafını” liberal gibi yerleşmiş bir kelime ile kolayca tarif edemiyoruz. Bu taraf, yerleşik sistemin işleyiş mekanizmasını çözer, onu-yerin dibine sokacak kadar-eleştirir ama sistemik ciddi bir öneri getirmez.
Tam aksine, bu öneri, şimdi Batı’nın, özellikle Sanayi Devrimi ile oluşturduğu ideolojik hegemonya çözüldükçe anlaşılıyor ki, Doğu tarafında tek tanrılı dinlerin başlangıç zamanlarıyla ve onlarla birlikte özellikle de İslamiyet’te ortaya çıkmış ve yaşanmıştır. Örneğin Peygamberimiz Hz. Muhammed’in Medine Ekonomisi tam da (adil) iktisadi bölüşümü ve buradan hareketle adil bir düzeni anlatan uygulamadır. Bu uygulamanın anlatısının ilahi referansa dayanması onu “bilimsel” olmaktan da çıkarmaz. Tabii bu ayrı ve çok derin bir tartışma ama burada bu giriş; tam şimdilerde her ağızlarını açtıklarında, her ellerine kalemi aldıklarında “zaten Cumhurbaşkanı’nın söyledikleri iktisat bilimine uymuyor, bu iktisat nerede, biz bunu okulda da böyle anlatmıyoruz” diyenler için şunu söylemek istememizdendir: “Evet zaten sizin anlattığınız iktisadın, hadi bırakın Doğu tarafını ve onun uygulamalarını, başından beri referans aldığınız Batı için bile, tam anlamıyla bilimsel yanı yok.”
Çoğu zaman sahtekarlık yaparak adını geçirdiğiniz Marx, zaten “sizinkilerin” hem o zaman hem de şimdi bütün söylediklerini 19. yüzyılda çöp tenekesine atmıştı bile. Batı iktisat öğretisi, Sanayi Devrimi kaynaklıdır: Liberal taraf, Sanayi Devrimi ile başlayan burjuvazi mülkiyetini ve sömürüsünü mutlaklaştırarak, “bilimsel” legalliğini sağlar ki, bu, dün için geçerli olduğu kadar bugün için daha fazla geçerlidir. Çünkü bu anlatı, tam şimdilerde mezarlığa geldi, gömülmek için toprak bekliyor ama o’nu gömecek toprağı da bulamıyorlar. Marx’la başlayan “öteki” taraf ise, “liberal tarafı, tam 150 yıldır yerin dibine sokup duruyor; liberallerin ve onların çaresiz devamcısı olan neo-liberallerin son çabası iktisat öğretisine, avam’ın anlamayacağı kadar matematik sokarak biraz daha devam etmek olmuştur.
Sizin “piyasanız” zaten yok
Bunun için son yirmi-otuz yıldır iktisat Nobelleri hep piyasa mekanizmasının- bu mekanizma aslında yoktur; P. Sweezy’in dediği gibi, serbest piyasa şu kapitalizmin tarihinde olsa olsa 30-40 yıllık bir ara döneme tekabül eder, o da İngiltere’de kısmen olmuştur- nasıl işleyeceğini (!) matematik denklemlerle anlatan mühendis kökenli iktisatçılara verilmiştir. Tabii bu mühendis kökenli iktisatçılar (!) aynı zamanda finans cambazlıkları ve hükümetlerin iktisat politikaları için de memur edilmiş ve bizi bugünlere getirmiştir.
Şimdi, bütün bu paragraftan olmak üzere, 1) Türkiye için kriz tellallığı yapan “iktisatçıları” ve 2) Bu ve sözüm ona krizi, Cumhurbaşkanı’na bağlamak isteyenleri, artık ibretlikten çıkarak sabırla izlemeye devam ediyoruz. Ama bize gösteriyorlar ki, bunlar sosyal bilimci falan değil. Ancak şurası tabii ki üzüntü vericidir; çoğu vakıf üniversitelerinde olan bu ezbercilerin elinde binlerce genç insan var. Bu genç insanların velileri binlerce lirayı bunlara maaş olarak akıtıyor; işte bu, hem bu gençler için hem de aileler için çok üzüntü verici bir durumdur.
Çaresiz olan Türkiye değil
Şimdi gelelim son duruma ve bu durumun operasyonel yanına. Başından beri söylüyoruz; tartıştığımız bir paradigmadır. Yoksa TCMB’nın politika faizinin seviyesini kimse tartışmıyor. En azından bizim böyle bir tartışma konumuz yok. Bizim tartıştığımız, Merkez Bankası dahil olmak üzere, bütün kurumlarımızın, yıllardır dayatılan ezberlere dayanan politik kuşatmayla, tam şimdi, köşeye sıkıştığıdır. Şu Euro/Dolar paritesi “1” yolculuğuna çıktığından beri, TCMB’nin hamlelerini izliyoruz değil mi? TCMB ilk önce bankalara verdiği döviz depo faizlerini düşürdü; tamam geç ama olması gereken bir adımdı diyelim; TL biraz toparlanır gibi oldu sonra yine-ABD’den gelen veri ile- yukarı yönlü hareketi sürdürdü. Sonra TCMB Rezerv Opsiyon Katsayısı’nı çalıştırdı. Bankaların ve finansman şirketlerinin, mevduat ve katılım fonu dışı döviz yükümlülüklerinin zorunlu karşılık katsayılarını yukarı çekti. Böylece döviz rezervlerini bu yolla artırıp bu artışı piyasaya vereceğini söylemiş oldu. Ama sistem bunu döviz talebi olarak algıladı. Ayrıca bu hamle banka sisteminin elindeki TL’yi artırıyor. Bunun reel sektöre kredi yerine döviz talebine dönmeyeceğini söyleyemeyiz.
Şu söylenmek isteniyor aslında; burada faiz artışından başka çare yoktur. Evet, enflasyon hedeflemesi denilen ve mutlak olarak gördüğünüz çağdışı saçmalık için başka çare yoktur. Ancak Türkiye, buradan, yeniden yüksek faiz-gereksiz değerli TL ve borç tuzağına girmeden çıkacak.
Üretim odaklı büyüme
Bugün dolar, euro ve tüm gelişmekte olan ülke para birimleri karşısında değerleniyor. Bu, hiç şüphesiz bir dolar konsolidasyonudur; ve neredeyse bitmiş olan Brettton-Woods Sistemi’ni komada yaşatmaya dönük zoraki bir operasyondur. Ama bu operasyon, beklenilenin aksine, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bir krize yol açmayacaktır. Tam aksine, bu ülkeler şimdiye kadar kendilerine dayatılan neo-liberal politik eksenden çıkmak için bu operasyonu fırsat bilecekler ve yeni bir büyüme-kalkınma paradigmasına geçeceklerdir.
Şu an Türkiye’de çok ciddi bir iktisat politikası tartışması yapılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan adeta, yalnız Türkiye’ye değil, tüm gelişmekte olan ülkelere yeni bir “new-deal” öneriyor. Erdoğan’ın new-deal’i açık ekonomiyi öncelikli olarak görüyor. Ve üretim odaklı yeni bir büyüme yolunu öne çıkartıyor. Bu modelin temel çıkarımları söyle; düzenleyici ve denetleyici kamu kurumları tarafından, piyasanın tekelci unsurlardan arındırılarak daha görünür işlemesini sağlamak, öncü, teknoloji yoğun sektörlerde özel sektörün önünü açmak ve desteklemek, buralarda yatırım ortamını iyileştirmek…
Bu tartışma seçimlerden sonra da sürecektir ve Türkiye yatağını bulacaktır.