Hatırlamak denen şey, bir vakitler yaşanmış olanların kayıtlarına pasif bir biçimde erişmek değil. Halbwachs bunu, nörobiyoloji hakkında neredeyse kör cahil olduğumuz bir dönemde tespit etmişti.
Artık çok daha emniyetle söyleyebiliyoruz ki, hatırlamak şimdiye dair bir şey. Hatırladığımızda, geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre ve bugünün kavramsal imkanlarıyla yeniden inşa ediyoruz. Eh, yeniden inşa ettiğimiz şey, her seferinde, tıpkı yazılım versiyonları gibi, bir öncekinden biraz farklı oluyor. Taksim'e yeniden inşa edileceği söylenen Topçu Kışlası gibi bir şey yani. Güya aslına uygun olacak ama yeni malzemeyle, yeni teknolojiyle, yepyeni bir fonksiyon için ve üstelik rölöveleri bile yokken... Ama merak etmeyin canım, herhalde tam da eski yerine yapılacaktır.
Dahası, hatırlama sosyal bir fonksiyondur. Yani hatırlarken nasıl bir sosyal ağ içinde yer alıyor olduğumuz, nasıl bir kavramsal haritanın ve sosyal iklimin baskın olduğu gibi faktörler de hesaba girer. 28 Şubat'ı şöyle değil de böyle hatırlıyorsak, onu kimlerin arasında, kimlerle birlikte hatırladığımız önemlidir yani.
***
28 Şubat hatıraları meydan gördü. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmiş hakkında bu kadar mı sapma olur? Oluyormuş.
'Kardeşim ne işiniz var antik dönemlerde, cesaretiniz varsa 28 Şubat'la hesaplaşın' deyip duruyordum ya, aradan geçen sürenin çok kısa olmasına güveniyordum. 28 Şubat bahse konu olduğunda, kiminin bir kodes, başkalarının ise bir saray inşa edemeyeceğini, ortak bir payda bulabileceğimizi düşünüyordum. Ne de olsa, aynı tarihin yeniden yazılması sürecinde farklılıklar, zamanla büyüyor olmalıydı. Yanılmışım.
***
Ben de kendi hatırladığım 28 Şubat'ı hatırlatayım.
28 Şubat, içinde yaşarken canımı çok acıtmıştı, sonra da hep çok acıttı. 28 Şubat sürecinde bana çok ağır gelen sayısız şey yaşadım. Radikal'de Haluk Şahin'in, 'Tetikçi Gazeteler' başlıklı köşe yazısı, hepsinin arasında özel bir yere sahip. Çok ağırıma gitmişti. Zamanla da, benim için 28 Şubat'ın sembolü halini aldı. Muhtemelen Şahin de dahil kimsenin hatırlamadığı bir köşe yazısı nasıl olup da benim zihnimde onca zulmün özeti halini almıştı? Kabiliyetim elverir mi emin değilim ama ifade etmeye çalışayım.
Bir kabahat işlersiniz, kabahat olduğunu bilmezsiniz. Mazur görmek o kadar zor gelmez. Bir kabahat işlersiniz, kabahat oluğunu bilirsiniz ama yüce bir amaç uğruna bu işi yaptığınızı iddia edersiniz. Katılan olur, katılmayan olur. Bir kabahat işlersiniz, size yönelen eleştirilere 'ama sen daha büyüğünü işledin' filan diye efelenirsiniz. Kavga çıkar.
28 Şubat döneminde, Şahin'in yazdığı gazetenin de mensup olduğu grup, alenen ve pervasızca tetikçilik yapıp duruyordu. Gazetecilik gibi kıymetli bir emtia, tıpkı hukuk gibi, kutsal bir savaşta sıradan bir cephane mertebesine indirilmişti. Herkes farkındaydı. Herkes. Şahin bile farkında olmalıydı herhalde.
Birçok kişi, gazeteciliğin zaten tetikçilik amacıyla yapılan bir şey olduğunu düşünüyor gibi görünüyordu. Yani işlenen günahın günah olduğunun farkında değil gibilerdi. Başkaları, 'iyi ama Cumhuriyet elden gidiyor' havasını çalıyorlardı. Daha da başkaları, 'yaptığımız iş doğru değil ama siz asıl onlara bakın' diye dayılanıyorlardı.
Şahin ise, ucuz Yeşilçam melodramlarındaki patron çocukları gibiydi. Hem naçar işçilerinin güzel kızını kirletmişti. Hem de kızın babasını, kendi kızını kirletmekle suçluyordu. Katıksız bir kötülük. Kendisine bir amaç, bir mazeret, bir sebep aramaya bile tenezzül etmeyen bir kötülük.
***
Böyle bir şey işte. Haluk Şahin dahil muhtemelen kimsenin hatırlamadığı küçücük bir teferruat, 28 Şubat dendiğinde aklıma geliveren ilk şey oluveriyor. Dahası, benim için çok mana taşıyan o köşe yazısını ne kadar aslına sadık olarak hatırladığım bile meçhul, iyi mi...
... Ve daha da dahası, Şahin'in tarzı şimdilerde norm oldu. O dönemde Şahin'in hedefe yerleştirdiği masum baba şimdi fabrikayı ele geçirdi. Çocuklarının birçoğu birer Şahin oldular.