Albucius'u seksenli yıllarda okumuş olsaydım bu yazıyı kaleme almaya kalkışır mıydım? Sanmıyorum. O yıllar birçok sorunla baş etme telaşındaydık. Bu türden yazılar için 'yaş almam' ve 'okumak kadar yazmaya da zaman ayırabilmem' gerekiyormuş.
'Söylentiye göre ağ, büyüklüğüne, genişliğine, biçimine, sağlamlığına, tuzaklara göre kendisi için gerekli örümceği örer.'
'Dünyanın Tüm Sabahları'nın yazarı Pascal Quignard, yazının giriş cümlesi olarak alıntıladığımız bu muhteşem cümlesinin devamını şöyle getirmiş: 'Yapıtlar, kendileri için gerekli yaratıcıyı yaratırlar ve uygun biyografiyi oluştururlar.'
Kitapları, yazarını merceğe alarak okuyan, filmleri 'yönetmen ne diyor?' sorusunun yanıtını arayarak izleyen, sürekli 'niyet takip eden' biri için Pascal Quignard, -tıpkı kısa bir zaman önce yitirdiğimiz Jorge Semprun gibi- 'Benim Üniversitelerim' adını vereceğimiz 'kıymetlerden' biri haline gelebilir (Bkz. www.alisaydam.com/c/kaynaklar.asp) ...
Ardı ardına okuduğumuz iki kitabında da -'Albucius' ve 'Villa Amalia'- bu hazinenin farkında olarak örümceğin ince ağlar örerek gizlemeye çalıştığı özü talep edip, bir dolu 'mesajın' içindeki gizi çözmeye uğraşmak kaçınılmaz. Edebiyatçıların tersine detaylarda 'dağılmayı' değil, 'odaklanmayı' seçenler, hassas ve incelikli soyutlamaların öze hizmet edenlerini bütünden koparıp göz hizasındaki bir mesafeye taşımaya özel olarak dikkat etmeye çalışırlar. Ben de onlara özenirim...
Pascal Quignard'ın şu tespiti mesela: 'İnsanın çevresinde birkaç din adamı ya da tarihçi veya dil teknisyeni olması esasın ayrıntı içinde boğulması için yeterlidir.'
Bundan haz duyulduğunda özü gözden kaçırmış olmanın pek zararı yok; çünkü eğer düşünce eyleminde süreklilik sağlanabilirse esasın ayrıntı içinde boğulması karşılığında alınan lezzet sayesinde bakın nelerin olması beklenebilir: Bu lezzetin gücü, zamanla, ulaşamadığınız özden daha da uzaklaştığınız duygusuyla belleğinize gelişigüzel kaydettiklerinizi kuvvetli anımsayışlarla su yüzüne çıkarır ve asıl işte bundan sonra yakalanan özün tadına doyum olmaz.
Şu halde, pekala bir dil teknisyeni veya tarihçi olarak kabul edebileceğimiz Pascal Quignard'ın sözünü ettiği 'esasın ayrıntı içinde boğulması'na yarayacak lezzetli dünya hallerinde savrulalım... Latin dilini bir deprem gibi sarsan efsane 'anlatıcı' Albucius'un rüzgarıyla...
Casius Albucius Silus, Birinci Yüzyıl'ın şafağında (MÖ 69'un son günleri) doğmuş. Pompeius Filistin'den 12 bin Yahudi'yi öldürerek dönmüştür. Albucius'u tanımak için nasıl bir ortamda yaşadığını bilmek lazım. Şöyleymiş:
'Albucius'un dünyaya gelişinden iki yıl önce Novarra'dan Milano'ya giden kara yolu, Milano'dan Roma'ya giden taşlı yolun kenarları asılan kölelerle doluydu. Spartaküs öldükten sonra Crassus altı bin tutsak köleyi çarmıha germişti. Albucius iki yaşındayken Pompeius'un yüz kadırgası oldu, yüz otuz bin kişiye kumanda etti ve bir buçuk ayda yüzen binlerce ağacı ve aç insanı yok etti.'
'Albucius, tüm Roma yurttaşları ile birlikte -55'te ilk gergedanları gördüler. Anlatılarının özgünlüğü, kesilmiş ellerle, gergedanlarla ve kullandığı sıradan sözcüklerle sınırlı değildi. İç savaşlar, çocukluğu ve yeniyetmeliğinde kafasını çok karıştırmış olan korsan savaşları...'
Gergedan Dergisi'ni çıkardığımız yıllarda bu kitabı okumuş olsaydık çok işimize yarardı. O dönemde, özel bir mesleki deformasyonla nerede gergedan denilen canlıya dair bir anekdot, resim görsek birbirimizle paylaşır, arşivlerdik.
Albucius'u seksenli yıllarda okumuş olsaydım bu yazıyı kaleme almaya kalkışır mıydım? Sanmıyorum. 80'li yıllarda bu tür yazıları yazan arkadaşlarımıza nasıl para kazandırırız ya da hangi kağıt cinsinin kullanılmasından, hangi matbaada bastırılacağına ve reklam alıp alamayacağına kadar pek çok soru ve sorunla baş etme telaşı içindeydik. Bu türden yazılar için 'yaş almam' ve 'okumak kadar yazmaya da zaman ayırabilmem' gerekiyormuş.
'Yaş almak' sözkonusu olduğunda Seneca'nın, Albucius'la ilgili iki anısını aktarmakta yarar var:
1) 'Hatırlıyorum, yapacak hiç işi olmadığında yaşı kendi yaşının yarısı olan Fabianus'u dinlemeye giderdi; hatta yere taşlara otururdu, notlar alırdı. Hermagoras'ın karşısında hayranlıktan ağzının açık kaldığını ve onu taklit edebileceğini anladığından yerinde duramadığını hatırlıyorum.'
2) 'Sürekli bir değişimdi bu. Bu nedenle bir stilden ötekine geçerek, kimi zaman kuru olmayı isteyerek ve nesnelerin olağanüstü çıplaklığına sarılarak, kimi zaman kaba ve hoş olmaktan ziyade yapay olarak, kimi zaman kısa ve kesin olarak, kimi zaman çok yukarıya çıkarak kimi zaman çok aşağıya inerek yeteneğini tüketti ve yaşlılığında olgunluk yaşına göre çok daha kötü konuştu. Gerçekten de yaş, ona hiçbir ilerleme getirmedi.'
Bunlar Seneca'nın yorumu. Peki ama öncelikli olarak 'Dünyanın Tüm Sabahları' romanıyla gönlümüzdeki yerini bulan Pascal Quignard'ın Seneca'nın bu saptamasından hareketle 'yaş alma' konusundaki değerlendirmesini merak etmiyor musunuz? Şöyle diyor:
'Doğrusu yaşın niçin böyle bir ilerleme sağlayacağını anlamak zordur. Henry James'in ya da Montaigne'nin kitaplarını düşünüyorum. Eğer her şeyi yok etmek istemesiydi Vergilius'un adını da eklemek isterdim bunlara. Bu yazarlar yaşlanırken gerilediler. Yaşlılıkta çok fazla allayıp pullama söz konusudur. Haendel için bile. Johann Sebastian Bach için bile geçerlidir bu. (...) Albucius'a dönüyorum tekrar. Bu çok kesin, çok yaralayıcı, çok gerçek sözcüklere düşkünlük, boş sözlerle yetinmeme sonucu olan azgınca tartışma eğilimi Albucius'a genç yaşta musallat olmuştu.'
Yine de zamanın nasıl geçtiğinin fark edilmediği bir 'Beşinci Mevsim'den haberdar olmak güzel bir duygu.
Seneca'ya göre Albucius şöyle diyormuş: 'Beşinci bir mevsim vardır.' Cestius'a göre söz konusu olan bu mevsim aslında 'meçhul bir ülke' imiş. Pollio'ya göre ise 'Albucius Silus, süngerlerin dağıldığı, camların yumuşak ve ses geçirmez olduğu, mümkün olmayan şeylerin mümkün olacağı beşinci bir mevsimin olduğunu söylüyor'muş.
Pascal Quignard'a göre de 'Zamanın tam sınırında olan bir mevsim'miş bu beşinci mevsim. Hatta bu mevsimin gerçekten var olduğuna inanan Pascal Quignard, gerekçe olarak da Albucuis Silus'u bu mevsimde tanımış olmasını gösteriyor. Diyor ki:
'Bu çok kısa ve hiç bitmeyen mevsimde zamanın geçtiği fark edilmez. ... tıpkı çocukların oynarken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemeleri gibi. (...) Meyveleri olan ve ışığı olan bir şey. (...) Aşkların, besinlerin, bireysel tavırların ve davranışların, çelişkili duyguların, elleri bir arabada ya da ağızlarını açmış bir gergedana bakan çocukların rollerinin yaratıldığı mevsim. (...) Her dile değil, dilin tümüne yabancı bir mevsim. (...) Olmayan bir mevsimin peşine düşüyorum. İçinde doğmuş olduğu romanı özetlememiş olduğumun farkına varıyorum.'
Bir de yalın bir saptama:
'İnsan ne zaman konuşsa, ne zaman yazsa, ne zaman bir eylemde bulunsa, ne zaman karar verse, sıkıntı ve sabırsızlık içinde zar atmıştır.'
İşte o sıkıntı ve sabırsızlık içinde Albucuis'in attığı zarı bir 'insanlık durumu' çerçevesinde görelim. 'Elleri Olmayan Asker' adlı öyküsü şöyle:
'Bir asker savaşta ellerini kaybetmiştir. Savaş alanından döner. Kapıyı açar. Karısını zina yaparken suçüstü yakalar. Hemen bir kılıç bulmaya gider; kılıcı tutacak ellerinin olmadığını unutmuştur. İki aşık kesik ve bezlere sarılmış kolları ve ağzında kılıç, lafını geveleyip duran bu adama gülerler. Elleri olmayan asker delikanlı oğlunu çağırır ve onun yerine ellerini kullanarak ahlaksız karısını ve koynundaki aşığını öldürmesini emreder. Çocuk silah kullanmayı reddeder.
- Ben onları sevişirken yakalamadım. Bedenleri birleşmemişti.
- Anneni öldür, der babası.
- Annemi öldüremem, der oğlu.
- Oğlum, adamın cinsel organının ucu parlıyor hala, der baba.
- İnmiş durumda kamışı, der çocuk.
- Benim ellerim yok artık, der baba.
- Benim ellerim var ama kullanmak için bir neden görmüyorum, der çocuk.
åşık kendini toplar, uzun gömleğini atarak oradan kaçar. Terler içindeki annesi oğluna doğru koşar, önünde diz çöker ve ellerini tutar. Eski asker dinsizlikle suçlayarak evden kovduğu oğlunu mahkemeye verir. Çocuk mahkemede şöyle der:
'Yatak odasını görüyordum, yatağı görüyordum, babamı görüyordum, annemi görüyordum. Hiçbir şey düşünmüyordum. Felç olmuştum.'
Albucius hastadır ve ırmaktan dönen bir çamaşırcı kadının kolunu tutup ona şöyle yalvarır: 'Ölümün vereceği huzuru istiyorum.' Kadının kolunu sallayarak şöyle devam eder: 'Ruhuma süt dökülsün.'
Pascal Quignard haklıydı. Yolculuğumuza kendisi gibi bir dil teknisyeni ve tarihçi katılması esasın ayrıntı içinde boğulması için yeterli olmuştur. Esas ayrıntı için boğulur gibi olsa da yine de ölmemiştir. Albucius, ruhuna süt döküldüğü için bizlerle buluşmayı bilmiştir.
Albucius
Pascal Quignard
Sel Yayıncılık
156 sayfa