Son kez bir 1 Mayıs'a 1976 yılında katılmıştım... Taksim Meydanı'ndan o gün 400 bin kişinin geçtiği söylenir. En büyük oğlum Mehmet 5 yaşındaydı. Omzuma almıştım. Bir yanımızda Mengü Ertel öteki yanımızda Yaşar Kemal vardı...
1977'nin o kanlı olaylarının en ufak bir izine rastlanmadan, en ufak bir olay olmadan, dün olduğu gibi...
Dünkü AKŞAM'da Gürkan Hacır şöyle yazmış:
'Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemlerinde toplam 100 yıldır 1 Mayıs kutlanıyor. Ve emeğin bayramı da bu yüzyıl içerisinde sadece 15 kez özgürce alanlarda kutlanabildi. Geride kalan 85 yıl baskılar, hapisler, gözaltılar, işkenceler, katliamlar ve ölümlerle yasaklandı.'
'1 Mayıs'ın bizim tarihimizdeki algılanma biçimi de tamamen böyle. Özellikle 1977'deki büyük provokasyon ile birlikte halkın 1 Mayıs'a dair görsel hafızasında şiddet, ölüm ya da en azından çatışma odaklı bir algının hakim olduğunu söylemek mümkün.
- - -
Demek ki, algıyı yönetenler hala güçlüdür ve bu nedenle de 38 bin polisin bu özel gün için görevli olup da, alanda boy göstermemesini sağlayan iradeyi, mevcut algıyı değiştirme açısından önemli bir adım olarak görüp, özel olarak kutlamak gerekir.
Orak çekiç ile mehter takımının, mor giysili feministlerle Aydın'dan yerel kıyafetlerle gelen seymenlerin buluştuğu bu tamamen kendine özgü alandan, DİSK
liderlerinden Süleyman Çelebi'nin ifadesiyle 'tüm mağdurların sesi' adına verilecek mesaj önemliydi. İşçilerin bayramında işçilerin vereceği mesajın netliği, 'temizliği' üzerinde ne kadar kafa yorulmuştur kim bilir... Meseleye iletişim boyutlarıyla bakıldığında şunları tespit etmek mümkün:
Algılamayı yönetmek, bizzat işçilerin, sendika yöneticilerinin meselesi ise, -ki öyle olmalıdır- öncelikli yapılması gereken, yüz yıl içinde şekillendirilen ve özellikle 1977'deki provokasyonla üzeri tam bir 'müphemiyet' şalıyla örtülen '1 Mayıs' algısını hedeflere uygun olarak yönetmek şarttır. Bu büyük hasarın yanı sıra kamu vicdanının, 1 Mayıs provokasyonunu mahkum etmiş olması, algılamayı doğru yönetmek isteyenlerin elini güçlendirecek en önemli destektir.
- - -
TV kanallarındaki canlı yayınlardan izlediğimiz kadarıyla, çok renkli meydanın görünümünden o klişe ama etkili tabirle bir 'mozaik' olarak söz etmek mümkün (Bu arada bir dostumuzun deyişiyle, 'Bütün klişelerin ihtiyaçtan doğduğunu' da unutmayalım)...
Öte yandan 'Mozaik'i 'ebru'ya dönüştürme sanatı, Türkiye'deki algılama yönetimine ihtiyaç duyan her kişi ve kurumun başlıca gündem maddelerinden biri olmalıdır. Dünkü yazımızda sözünü etmeye çalıştığımız 'Türkiye'nin ortak ruhi şekillenmesine en uygun ilk yerli Anayasa'yı' oluşturma çabası da, özünde 'ebru zemini'ni yaratma hedefiyle iç içe bir meseledir. Turgut Özal'ın 'Dört Eğilim' tezi bir mozaik olayıydı. Oysa Türkiye'nin ihtiyacı, bütün renkleri 'harmoni' (ahenk) içinde birleştiren bir 'ebru' güzelliği ve dengesiydi...
- - -
Dün 1 Mayıs kutlamasında -doğal olarak iş dünyası ve belli bürokratik kesimlerin dışında- tüm Türkiye'nin ruhu ve nefesi, olanca içtenliği ve kırılganlığıyla arz-ı endam ediyorken; siyasilerden, karar vericilerden ne beklenir? Bu nabzı iyi tutup, hedef kitlelerinin duygu ve düşüncelerini iyi anladıklarını ortaya koymaları, ayaklarına kadar gelen bu 'ebru' olanağı doğru 'okuyup' kendileri için doğru siyasetler ortaya koymaları ve bu doğrultuda adam gibi iletişim yapmalarıdır...
1 Mayıs gibi 100 yıllık sancılı deneyimlerden toplumun her kesiminin alacağı dersler olmalı. 1 Mayıs'ın özünde elbette 'ebru' olmaz. Arif olanın hemen anlayacağı gibi, sınıfsal bakış açısından hareket eden bir dünya görüşünü ebrulaştırmaktan değil, bu bakış açısının güçlenerek Türkiye tablosundaki yerini almasından söz etmeye çalışıyoruz.
İletişimin zemininde
mozaik'ten ebru'ya geçişin tüm şartları hazır gibi
görünüyor.