Aylar önce yüksek düzeyde bir bürokrat bana elektronik ortamda ileti yollayarak, "Size felsefe konusunda kafama takılan soruları soracağım" diyerek benimle buluşma talep etti. Konuştuk. Anladığım kadarıyla bu arkadaş felsefeyi kafasında çoktan çözmüştü. Kimi yazılarımı yüzeysel olarak okuyup, muhtemelen ait olduğu topluluğun etkisiyle, beni kafasında bir yerlere koymuştu. Belki de benim ne tarafta nasıl biri olduğumu anlamak için gönderilmişti. Felsefe bahaneydi. Bakışlarından, odamdaki kitapları, eşyayı süzüşünden bu anlaşılıyordu. Bir ara ağzından kaçırdı: "Halkı yönlendirmek hiç de zor değil" dedi, "On beş yirmi gün yoğun biçimde televizyon ve gazetelerde, internette yayın yapar insanımızın gerçek algısını değiştirebilirsin. Bugün buna inanırlar, yarın onları başka bir şeye başarılı bir beyin yıkamayla inandırabilirsin." Tüylerim diken diken oldu, bu sözleri duyunca. "Siz dedim, felsefe konuşmak için bana geldiniz, anladım ki hakikate çoktan varmışsınız. Sizi saygıyla selamlıyor ve sevgiyle uğurluyorum, buyurun"
Kimdi bu kafadaki yönetimin içindeki insanlar? Nasıl bir yüzleri vardı? Bugüzel ülkemin insanları arasında ne arıyorlardı? Elbette ben hayalci bir adamım, gerçeklerin hayalle değiştirilebileceğini sanırım. Ama böyle gerçekleri görünce yıkılıyorum. Gerçek mi halkına böyle bakan, kafasında sürekli gizli hesapları olan, sürekli başka türlü görünerek birilerine hizmet eden bu tehlikeli insanlar? Gerçek mi? Gerçek. Ben onlardan uzak olmalıyım, dilime, düşünceme, ülkemin zenginliklerle dolu kültürüne yürüyüşümü sürdürmeliyim. Halkımın sürü olmadığına inanıyorum.
Doksanlı yılların başlarında bir sabah okuldaki odamda telefon çaldı. Açtım. "Ahmetçiğim nasılsın? Ben senin orta okuldan sınıf arkadaşın Albay Hüseyin." "Merhaba Hüseyin" dedim. "Neredeyse kırk yıl oldu görüşmeyeli, hayrola?" "Seni özledim, ailenle gel bizim eve konuşalım" dedi. Şaşırdım. Okulda pek yakın olmadığım bir arkadaştı. Ailecek görüştük. Evlerine ziyarete gittik karımla. Bu apansız ilgi beni şaşırtmıştı. Yıllar sonra bir başka arkadaşım onun istihbarat elemanı olduğunu söyleyince, üzülmüştüm. Benim gibi bir adamın nesiyle, neden ilgileniyorlardı? Dünya, görünüşleri ve niyetleri farklı, gizli hesapların insanlarıyla mı doluydu? Yıllarca içtenliğin, olduğu gibi olmanın aklım sıra sunuşunu yapan ben de, bu insanların arasında, Platon'un idealar dünyasının bir istihbarat elemanı mıydım acaba?
Bunlar, ülkemde görünüşte "Kürt Sorunu", "ırkçılık" tartışılırken aklıma geldi. Oysa sorun, "hangi değerler, hangi umutlar, sevinçler ve tasalarla bir arada yaşayacağız?" sorusunun odağında yatıyor da nedense yeterince fark edilmiyor. Kürt sorunu, tarihlerindeki yaratıcı bilgeliğe yakışan bir biçimde Anadolu insanlarının bir arada yaşayabilmesi sorunun bir parçasıydı. Hâlâ bütünü göremiyoruz. Göremedikçe çözüm bulamayacağız.
Neden herkes eteklerindeki taşı ortaya dökmüyor? Aynı ülkede bir arada hangi ortak değerlerle yaşayacağız? Yalnızca İslamiyet mi kalıyor ortak değerleri oluşturan kaynak olarak? Vatanını din dışı değerler üzerinden sevenler sürülecek mi bu ülkeden? Cumhuriyeti kuran değerlerin eskidiğini söyleyenler, Osmanlı üzerinden teokratik bir yönetimi mi özlüyorlar? Yeni olan bu mu? Dünyayla bu değerler üzerinden mi birleşeceğiz? Dine bakışınızda iktidar olarak eskiden farklı olan nedir? Nasıl bir dindar düşleniyor? Ulusu sevmek, millete ulus demek mi ırkçılık oluyor?Kürt kardeşlerim, davanızdaki evrenselliğin ne kadar farkındasınız? Başkalarına ırkçı derken kendinizin ırkçı olmadığını mı düşünüyorsunuz? Kimin gizli hesapları var bu ülkede? İçtenliğin, açıklığın yitirildiği bir ülkede, bir arada barış içinde yaşama boş bir hayal olur.