Galiba Hürriyet'te başyazarlık yaptığının 42. yılıydı. Oktay Ekşi o zaman Nuriye Akman'a bir söyleşi vermiş, ağzından '42 yıldır her sabah işten atılma korkusuyla gazeteye gidiyorum' gibi bir cümle çıkmıştı.
Cuma günü Oktay Bey'e bu söyleşiyi hatırlattım.
'Okuduğumda 'Amma abartmış, hadi canım, olur mu böyle şey, yeri hep garanti' diye düşünmüştüm' dedim, 'Bunu da göreceğimiz günleri yaşayacakmışız demek ki.'
Oysa Hürriyet gazetesinin bazı değişmezleri vardı benim için. Hiç kimsenin gücünün logosundaki Türk bayrağını, 'Türkiye Türklerindir' sloganını söküp atmaya yetmeyeceğini düşünürüm mesela. Katılın katılmayın, hatta gerekirse tartışın da ama bunlar gazetenin taşınmazlarıdır.
Oktay Bey de böyle değil miydi? Basın sözlüklerinde 'Başyazar' kelimesinin karşılığı ve bir sabah uyandığımızda o sarsılmaz konumundan bir anda kendi isteğiyle gittiğini gördük.
Türk basını sarsılmazların kendi doğal sürecinde değil, zorla sarsıldığı bir dönemden geçiyor.
Ben en çok bugününü merak ediyorum. Oktay Ekşi aynı zamanda basında disipliniyle de bilinir: Bütün günü programlı, hemen her saatte ne yapacağı belirlenmiş bir şekilde geçirir gününü.
Öğlen buluştuğumuzda, daha buluşur buluşmaz bu işin bir saatlik resmi bir yemek olmayacağını anladığından telefonuna sarılıyor. O günkü randevularını teker teker iptal ediyor. Telefonda iptal etme gerekçesini dinlerken kendi aramızda kıs kıs gülüyoruz: Alışmadığımız, bir başka kuşağa ait olan nezaket, mahcubiyet.
Sesi o mahcubiyetle kısılıyor; neredeyse ayıp ettiğini düşünüyor, özürlerle beraber 'Aniden bir şey çıktı da' diye ertelemeye çalışıyor, 'Kusura bakmayın, gerçekten acil, bir başka zaman müsait olabilir mi' diye devam ediyor.
Pek çoğumuz bırakın nezaket tonunu bu kadar bile uzatmayız, o konuma gelenler sekreterlerine hallettirir genelde bu gibi gündelik işleri.
Oktay Bey'inki aynı zamanda bir terbiye dersi: Eğer nezaket hayatının bir parçası haline gelmişse, dişçi randevusunu ertelerken bile bundan bir an sıyrılmayacaksın.
'Bahane olarak 'Aniden beliren bir arkadaş grubu' da diyebilirdiniz' diyorum.
Bu randevu iptalinin simgesel bir anlamı var. Demek ki Hürriyet'ten ayrıldığından beri Oktay Bey de o gündelik disiplinden sıyrılmış, daha esnek davranmaya başlamış. Bir gösterge de evde torunlarla daha fazla vakit geçirmesi...
Hürriyet'ten 'istifaya' karar verdiği günün sabahında da patronlar katında kriz yaşanırken o torunlarıyla oynuyormuş.
Ama son iki ayda boş kalmamış. Basın Konseyi'ndeki işlerin yanı sıra, yeni kurulan 'Gazetecilere Özgürlük Platformu'nun çalışmalarıyla ilgileniyor.
'Hiç kimse tek bir satır bile yazmadı, hiç kimse duyurmadı, çok şaşırdım' diyor biraz sitemle bu yeni oluşumu anlatırken. Türkiye'deki gazetecilerin ifade özgürlüğünün genişletilmesi amacıyla kurulmuş. İki aylık periyotlarla bu oluşumun başkanı değişecek. İlk başkan Orhan Erinç geçen günlerde görevi Oktay Bey'e devretmiş.
3 Mayıs 2011'de 'Gazetecilere Özgürlük Kongresi' düzenleyecekler.
'Basında ifade özgürlüğünün simgesi olabilecek ortak bir yer arıyoruz şimdi, bazı yerler var aklımızda, üzerinde düşünüyoruz' diyor.
Kendimi tutamıyorum: 'Hürriyet gazetesinin önünü de düşünebilirsiniz. Malum, son zamanlarda basında ifade özgürlüğü açısından gerçek bir simge oldu!'
Konu ister istemez 'Bundan sonra ne yapacaksınız' sorusuna da geliyor.
19 yaşında izlediği ilk CHP Kurultayı'ndan beri onlarca iktidarın gelişini, güçlenişini, devleşmesini, sonra cüceleşmesini, yok oluşunu, gidişini, halk tarafından el üstünde tutulanın bir günde cezalandırılmasını gören bir tarih Oktay Ekşi. 'Kimler geldi, kimler geçti' sözünü en kolay söyleyecek kişi.
Ama 'Bundan sonra ne yapacaksınız' sorusuna onun bile net bir yanıtı yok.
'Okurlarınız sizi çok özledi' gibi klişelere hiç girmiyorum.
Bir gün, çok da uzak olmayan bir gelecekte, Oktay Ekşi basına omuzlarda taşınarak, çok görkemli, çok güçlü geri dönecek. Buna yürekten inanıyorum.
Duruş bozukluğu nedir
Ergun Babahan'ın öğrencilere dayak konusunda hükümeti ve polisi eleştiren bütün satırlarının altına imzasını atarım. Cuma günü 'Yazıişleri' programında da izledim onu; bir tek falso vermedi, söylediklerinin arkasında durdu. Üstelik, AKP'li Burhan Kuzu'nun kendisine ayar vermesine rağmen hiç geri adım atmadı. Alınması gereken doğru tavrı aldı, omurgalı davrandı.
Ancak sırf bir konuda doğru tavır aldı diye buradan Ergun Babahan'a alkış gönderecek de değilim.
Yanlış anlaşılmasın... Ben basındaki onca çatışmaya, kavgaya rağmen, bunların kişiselleşmemesi gerektiğine inanırım. Yıllardır tanıdığım Ergun Babahan'ı da insan olarak severim.
Ancak son yıllardaki çarpık duruşunu da eleştiririm.
Ne yazık ki bu sicil tek bir konuda doğru tavır almakla, omurgalı çıkış yapmakla temizlenmiyor. Babahan, siyasi konularda, hükümetle ilişkilerde, referandumda, medya eleştirisinde, Ergenekon'a bakışında o kadar esnedi ki... Öylesine yanlış yerde durup, haksız tavırlar sergiledi ki... O kadar kaypak, korkak ve yandaş bir çizgide ilerledi ki...
Şimdi tek bir konuda düzgün birkaç laf etti diye 'Bravo Ergun' mu diyeceğim?
Hayır, bu kadar kolay değil...
Duruş sahibi olmak bir bütündür. Bir konuda düzgün tavır alıp, bütün başka konularda yalpalarsan ciddiye alınmazsın. Hayatın ve gazeteciliğin her alanında kendini belli eder omurga kendisini. Ve bu sınavda bir 'doğru' bütün yanlışları götürmüyor ne yazık ki...
Tanıdığım, sevdiğim Ergun Babahan'ın yakın geçmişi bir-iki onurlu davranışa karşılık daha çok birbirinden kara lekelerle dolu.
Yeniden keşfediyorum
- Ethan Hawke ve Uma Thurman'ın oynadığı 'Büyük Umutlar'ı yeniden izledim yaklaşık beş-altı sene sonra... Baktım ki ne bu filmi hayranlıkla defalarca izleyen benim... Ne de o film hatırladığım, bildiğim, renklerinden diyaloglarına hayran olduğum muhteşem aşk filmi...
- Çekildiği günlerde 'O kadar kötü ki sırf bu yüzden çok güzel' kategorisinden, kendi kendime acı çektirmek için izlediğim 'Tatlı Kaçıklar' dizisi yeniden yayınlanıyor televizyonda... Gündüzleri televizyon izlemeye bayılan biri olarak her denk geldiğimde ilk izlediğim günlerdeki gibi ama en az on katı daha şiddetli hislerle gözümü alamıyorum: Utanıyorum, yerin dibine geçiyorum, 'Nasıl bu kadar rezil olabilir' diye bakıyorum ve izlemeye devam ediyorum...
- Pazar kahvaltılarını dışarıda yapmayı, arkadaş grubu toplamayı, buluşmayı, bir mekanın müdavimi olmayı, bir yere gitmeyi alışkanlık haline getirmeyi seviyorum yeniden...
- Gece gezmelerini yeniden keşfediyorum... Sabaha karşı mantıcıya gitmeyi... Alkolü fazla kaçırmama rağmen evin kapısını anahtarla açmayı başarmamla övünmeyi... Arkadaşlarla çıkmayı, gezmeyi, gece kulüplerini, elektronik müziği... Ama sonunda sosyalleşme overdose'undan yakınıp yine eve kapanıyorum...
- Blackberry'i yeniden keşfediyorum... Bir zamanlar bağımlı yaşadığım bu telefonun yeni modeli 'Torch'a göz koydum, yeniden kullansam mı diye aklımdan geçiyor... Henüz daha denemedim ama iPhone'la geçirdiğim mutlu beraberliğin iPhone 4'le sarsılmasından sonra 'Acaba mı' diyorum.