Pınar Kaftancıoğlu, İstanbul’dan kaçmak için Nazilli’de kurduğu çiftliğin ürünlerini eşe dosta gönderirken bir anda internet üzerinden satış yapan bir çiftçiye dönüştü. 25 bin kayıtlı müşterisi var; yedek listede bekleyen 20 bin kişi. Sertab Erener ve Serdar Erener gibi ünlü isimlere organik bahçeler kuruyor. Kimyasal ilaçlarla şişirilmiş patateslerin, Nazilli Ovası’nı zehirle nasıl boğduğunu anlatıyor! İşte bir gıda devrimcisinin ibretle okunacak hikâyesi…
Sekiz yaşında bir kız çocuğunun kaldıramayacağı kadar büyük bir travma… Düşünsenize, babanızı öldürüyorlar hem de gözlerinizin önünde… Ve siz küçücük yaşınızda bu kadar büyük bir acıyla baş başa kalıyorsunuz. Sonrasında da yaşam, büyük bir mücadeleye dönüşüyor. Bugün gıda alanında gerçek anlamda devrim niteliğindeki işlere imza atan Pınar Kaftancıoğlu’nun öyküsü işte böyle başlıyor. Öldürülen kişi, değerli bir gazeteci… TRT’de önemli yapımlara imza atan, Cumhuriyet Gazetesi’nde yazıları yayımlanan dönemin önde gelen aydınlarından biri olan Ümit Kaftancıoğlu… Çok sevilen, ölümü büyük yankı uyandıran, zaten bunun için hedef seçilen bir aydın… Bir sabah evinden çıkarken faşist kurşunlara hedef olduğunda, olayın tek bir tanığı var, küçük kızı Pınar… Yıl 1980…
REKLAM YOK, İHTİYAÇ DA YOK
Bu yazıda anlatacağım hikâye, Pınar’ın yaşamının son 10 yılında yaptıklarından bir özet. Yazarken meslek etiğimizin olmazsa olmazı ‘reklama kaçmamaya’ azami özen gösteren ama bazen bu ilkeyi istemese de çiğneyen biri olarak, bu yazıda gönlüm rahat. Çünkü Pınar’ın kızının adını verdiği ‘İpek Hanım Çiftliği’nin şu anda tam 25 bin müşterisi var. Başka bir ifadeyle, tanıtıma ihtiyacı yok. Hatta Türkiye’nin hemen her yerine ürün yetiştirmekte zorlanıyorlar bile... Yeni ‘alıcı’ başvurularını, yedek listesine yazmaya başlamışlar. Yedek liste, çoktan 20 bin kişiyi aşmış durumda… Pınar, aslında medyadan köşe bucak kaçan, Ayşe Arman’la iki yıl önce yaptığı tek röportajda da, yaptığı işten çok özel hayatıyla ilgili sorulara muhatap olan bir kişi. Aslını ararsanız, özel hayatı sıradan… İlişkiler, evlenmeler, boşanmalar, çocuk sahibi olma, annelik… Ama Pınar Kaftancıoğlu’nun merak edilecek yanı, gıda alanında yarattığı devrim… Yaptığı iş düpedüz bir gıda devrimi…
ÜNLÜLER SIRADA
Milletimizin yavaş yavaş aklı başına geliyor ve artık hemen herkes sağlıklı beslenmek istiyor. Gıda olarak yediklerimiz için yazılıp çizilenler gerçekten ürkütücü, hele yabancı gazeteleri ve blogları takip ediyorsanız, “Bunları yiyeceğime aç kalayım daha iyi” demeniz işten bile değil. Pınar Kaftancıoğlu’nu yıllardır uzaktan izlerim. Son olarak uluslararası bir hizmet kuruluşunun toplantısında dinledim kendisini. Konuşmasında ve sonraki sohbetimizde, müşterilerini anlatırken saydığı isimlere inanamadım. Buraya yazacak olsam siz de inanamazsınız da, yazmam doğru olmaz. Şu kadarını söyleyeyim, memlekette aralarında gıda devlerinin CEO’ları, CFO’ları da bulunan çok sayıda insan, mutfaklarına sadece ondan aldıkları ürünleri sokuyorlar. Ürünler kuşkusuz pahalı ama dünyadakilerle karşılaştırılırsa makul bile gelebilir. Pınar, zaman zaman isteyenlere tarla da kuruyor, GDO’suz fidanlarla hem de… (İzin aldığım için adını verebilirim. Ünlü reklamcı Serdar Erener’e, hem de İstanbul yakınlarında böyle bir tarla kurmuş. Geçen aylarda yayımlanan ‘İkaria’ yazımda, bilmeden onun bir hayalini kaleme almışım. Meğer o adaya yerleşmeyi hayal edermiş. Aynı yazımı okuyan şarkıcı Nil Karaibrahimgil, geçenlerde yolunu İkaria’ya düşürünce, kendisini biraz kıskandırmış bile… Şimdi de Sertab Erener’e bir çiftlik kuruyor, İstanbul’a pek yakın bir yerde. Yerin ismini yazma iznini alamadım…)
KAÇMAK LAZIMDI, KAÇTI!
En başından söyleyeyim, ‘organik’ lafına gıcık oluyor. “Ege’nin köy ürünleri, zaten yüz yıllardır organik…” diyor. Aslında gıcık olduğu kişi ve kurum sayısı da az değil, haklı olarak. Tahmin edeceğiniz gibi, ona da gıcık olanlar var. Şaka değil, yaptığı işle birçok kişinin yoluna taş koyuyor. 1997’de İstanbul’dan kaçış öyküsünü ve bu yola nasıl baş koyduğunu şöyle anlatıyor:
“İstanbul’da bir şeyler yanlış gidiyordu ve bunu o yıllarda anlamış olmak en büyük şansımdı. İhtiyacım olan şey ne ardı ardına açılan alışveriş merkezleri, ne Beyoğlu’nun gürültülü gece hayatıydı. Büyükdere Caddesi, gözümde bir korku filmi setinden farksızdı artık. Kaçmak lazımdı. Arkadaşlarıma bahsedip durduğum ve şöyle sakin bir yerlere gitme, bir taş ev yaptırma, kendi bahçemde bir şeyler yetiştirme, bir sürü hayvan alıp onlarla zaman geçirme planını gerçeğe çevirmek lazımdı.”
ÖNCE SU SATTI
Önce Kuşadası’nda birkaç yıl geçirmiş, ardından Nazilli’de bir doğal kaynak suyu (bugün piyasada olmayan ‘Billur Su’) fabrikasını kurup işletmiş. Otuzlu yaşlarının sonunda da ‘emekli’ hayatını seçmiş: “Nazilli’de ailemin anne kanadından kalma, miras paylaşımlarında konu bile olmamış birkaç basit, bakımsız arazi, birkaç da zeytinliğim vardı öteden beri. Fabrikayı işletirken yatırım için birkaç tane de ben satın almıştım. Sonunda Ocaklı Köyü’nde, Gireniz Çayı kıyısındaki beş dönümlük araziyi ıslah etmeye ve şu an yaşadığım çiftlik evini inşa ettirmeye karar verdim” diye anlatıyor çiftçiliğe başlayış öyküsünü. Çiftlik binasını Kayserili taş ustası Osman inşa etmiş ve başka bir hayat başlamış o günden sonra Pınar için; bugün büyük kentte yaşayan birçok insanın hayalini kurduğu…
KAVANOZDA DEĞİL, BAHÇEDE
Bitmedi, devamı daha müthiş: “Kızım İpek kahvaltıda, artık ‘organik’ etiketli mama kavanozlara mahkûm değildi. Kahvaltı masamızda hepsine isim koyduğum ineklerin sütleri ve o sütlerden yaptırdığım peynirler vardı artık. Ekmeği marketten almıyor, kendi fırınımda yapıyordum. Yumurtalar bahçenin sağından solundan, çoğu zaman da tavuklarımın folluğa çevirdiği ayakkabılıktan toplanıyordu. Bahçenin sağında solunda kendiliğinden yetişen otların her birinin bir adı olduğunu ve neredeyse hepsinden enfes yemekler yapıldığını öğreniyordum. Yılladır marketten aldığım kırmızı şeylerin, gerçek bir domatesle alakası olmadığını anladım. Her şey istediğim, hayal ettiğim gibi olmuştu artık. Olmuştu olmasına da, ortada tuhaf bir sorun vardı. Fazla abartmıştım. Kestirmeye kıyamadığım tavuklarım, azgın horozların da yardımıyla üredikçe üremiş, İpek’in her sabah keyifle topladığı yumurtaların sayısı neredeyse yüzü bulmuştu! İki senede bir çıkıyor olsa da, 6 tondan fazla zeytinyağının onda birini bile tüketme imkânım yoktu. Sebzeler ve meyveler kasaları doldurdukça dolduruyor, kimyasal koruyucu kullanılmadığı için de sadece birkaç gün içinde çürüyüp çöp oluyordu.
PAZARDA SATAMAZDIM
Pazarda tezgâh açıp sebze satacak halim pek yoktu açıkçası… Toptancılara satmaya da kıyamıyordum. Zaten niyetleri de yoktu. Para kazanma gibi bir derdim olmasa da, önerdikleri fiyatlar o kadar aşağılayıcı geldi ki ister istemez sitem ettim. ‘Bilmem ne’ isimli ilaçları kullanıp on kat verim alabileceğimi söylediklerinde ise, yıllar boyu İstanbul’da tükettiğim gıdaların nasıl üretildiğini anlamış oldum.”
Elindeki fazla ürünleri kolilere doldurup İstanbul’daki eski arkadaşlarına göndermek gibi iyi bir fikir bulmuş önce… Arkadaşlarının arkadaşları derken sayılar katlanmış. “Benim adam sebzeyi ağzına sürmez” diyen kızların çoğu, iki hafta sonra, “Akşama ‘eneç’ yapsana” diyen kocalarını anlatmaya başlamışlar birbirlerine… Başta sadece sebze-meyve gönderirken, ricaları kıramayıp köy ekmeğinden yufkaya, turunç reçelinden tarhanaya kadar onlarca ürünü arkadaşlarıyla paylaşmaya başlamış.
PARA HARCAYACAK YER DE YOK
Pınar’ın öyle büyük paralar kazanma, inanılmaz kârlar elde etme gibi dertleri yok. “Zaten Nazilli’nin Ocaklı Köyü’nde para harcayacak bir yer de yok!” diyor. Bu yüzden, “Şu kimyasalı, ilacı tarlaya boşalt da, 50 kilogram domates çıkacağına 500 kilogram domates al” diyen bir şeytanı da olmamış. Ama böyle yazdım diye ürünlerini ucuz da sanmayın; sadece değerini bulmaya çalışıyor. Mesela 1.300 metre rakımda ürettiği balı, kilosu 50 liradan satıyor ve diyor ki: “Kilosu 12-15 liraya gerçek bal olamaz!”
PATATESLER OVAYI ZEHİRLEDİ
Bir yandan üretiyor, bir yanda da düşünüyor… Üzülüyor, konuşuyor, öğretiyor; hem de birilerini gıcık etme pahasına... 43 kuruşa paketlenmiş kek olamayacağını, kızartılmış ince patates dilimlerinin gençleri hasta ettiğini, o patateslerin Türkiye’ye uygun ürünler olmadığını, o patatesler devasa boyutlara ulaşsın diye Ödemiş Ovası’nın nasıl zehirle bulandığını anlatıyor. Yaz günleri Küçük Menderes Ovası’ndan yükselen zehir bulutlarına dikkat çekiyor.
O duyarlı, cesur ve çalışkan… Peki ya biz? Acaba her zamanki gibi işin kolayına mı kaçıyoruz? Fazla mı ‘adam sendeci’ davranıyoruz? Bildiğim, zararın neresinden dönülse kâr olduğu. Üstelik bölgedeki yüzlerce ailenin de geçim kapısı haline gelmiş bu çiftlik; çok dua aldığı kesin. Şaka değil, Pınar, Nazilli Vergi Rekortmeni…