Eğer içimizi rahatlatacaksa, (jeopolitik önemine binaen fazlaca göz önünde bulunmasına rağmen) devletlerarası ayak oyunlarında Türkiye’nin tek “kurban” olmadığını sadece Avrupa tarihine bakarak anlayabiliriz.
Bölgesel güç mücadeleleri Britanya, Rusya ve büyük devletlerin en küçüğü olan Fransa arasında her zaman oldu ve çok vahşice geçti. Bu esnada Osmanlı Avrupa’nın güneydoğusundan yükselen bir kâbus olmuştu.
ABD bu hikâyeye tam anlamıyla 2. Dünya Savaşı’ndan sonra katıldı. Aslında ilk niyeti savaştan sonra kıtasına geri dönmekti. Ancak Alman intikamı korkusu ve (abartılan) Stalin’in Avrupa’yı Hitler’den sonra işgal etme olasılığı, Britanya’nın özel çabasıyla önce Marshall planına, sonra Brüksel Anlaşması’na, derken NATO Paktı’na dönüştü.
Yüzlerce yıllık hâkimiyet/sömürge savaşları Avrupa’nın 1940’ta infilak etmesine ve 19 milyonu sivil, 38 milyon Avrupalının ölmesine yol açtı. (Askerden çok sivilin öldüğü tek savaştı.) Avrupa devletlerinin ABD’ye el açmak dışında bir çaresi yoktu. Bugünkü Suriye’den bile daha feci, bölünmüş ve sıfırı tüketmiş haldeydiler.
Şöyle ki, Batı Alman Deutsche Markı bile ABD’de basılmış ve ABD askerlerinin korumasında ülkeye gelmişti. Sadece Marshall planının Avrupa’ya akıttığı ABD vatandaşlarının vergisi bugünün değeriyle 200 milyar dolardı. Soğuk Savaş döneminde ise bu dolarlar Avrupa’ya “askeri yardım” olarak akmaya devam etti.
Savaşın bitiminde Avrupa’da sadece iki ABD tümeni vardı. 1960’lara doğru bu sayı 50’yi bulacaktı.
Eğer Kim İl Sung Güney Kore’yi 1950’de işgal etmese ve Stalin bu işgali desteklemese tarihin akışı epey değişecekti. Çünkü herkes bunu Stalin’in Avrupa’yı işgal edeceğine işaret saydı. Daha bir yıl önce SSCB atom bombası yapmıştı. ABD’nin ise Avrupa’da konuşlu 52 atom bombası vardı.
Eğer bu iki gelişme olmasaydı Türkiye de NATO’ya alınmayacaktı. Muhtemelen Avrupa Konseyi’ne de...
Zaten Britanya Türkiye’nin NATO’ya alınmasında ayak diretti. Çünkü bir an evvel Avrupa’nın can sıkıcı güvenlik işini ABD’ye yıkıp Akdeniz, Ortadoğu ve Hindistan’a odaklanmaya ve imparatorluğu diriltmeye çalışıyordu. Türkiye’nin NATO’ya alınması ABD’nin kapsama alanını bu bölgeye doğru esnetecekti. Ama Stalin’in saldırganlığı Türkiye’nin korunmasını gerektirdi. CHP ve DP de oldukça gayretliydi üyelik için.
Yani hiçbir şey siyah/beyaz değil. Hiçbir şey sabit ve değişmez de değil. Türkiye ve dünyanın kaderini ta 1950’de Kim İl Sung’un değiştirdiği bir dünya bu.
Dönemin Belçika Dışişleri Bakanı Spaak “Belçika, Hollanda ve Fransızlar yurtseverlik adına kendilerine düşen görevin yalan söylemek, aldatmak, karaborsacılık yapmak, güven sarsmak ve dolandırmak gerektiğine inandırılarak savaşın içine çekildiler. Beş yıl sonra bu özellikler kök saldı” diyordu.
Şu kadarını söyleyeyim: 1943’lerde Alman işgaline uğramış birçok Avrupalı ülke siyasetçisi birleşik Avrupa’yı savaştan sonra Hitler’in kuracağına bel bağlamıştı. Onun yerine Eisenhower kurdu. Britanya Brexit ile yıkana kadar...
Şimdi, Türkiye’nin duygusallıktan kaçınması ve bu hikâyelere çok hâkim olması lazım. Fransa’nın büyük devlet olmadığını, Almanya’nın AB kamuflajı ile büyük/askeri bağımsız bir güç olmaya çalıştığını, Britanya’nın Kıta Avrupası Rusya veya Almanya tarafından işgal edilmedikçe burayla ilgilenmediğini, aklının fikrinin Ortadoğu’da ve dünya imparatorluğu olmakta olduğunu, Rusya’nın Polonya, Baltık, Finlandiya, Ukrayna ve Balkanlar’dan vazgeçemeyeceğini, biraz daha güçlendiğinde gözünü Boğazlara dikeceğini, ABD’nin ise tüm dünyayı saat gibi çalışacak bir piyasa haline getirecek üst aklın kontrolünde olduğunu...
Peki Türkiye, Erdoğan’ın diplomatik dehası dışında bu senaryoları çalışıyor mu?
Çünkü her senaryoda mutlaka Türkiye var ve olacak. Biz ne düşünüyoruz? Hamlelerimiz neler?
Önümüzdeki elli yıl boyunca dünyada hangi gelişmelerin olabileceği, bu her bir senaryodan Türkiye’nin nasıl etkilenip, şimdiden hangi önlemleri alacağı, hangi önleme faaliyetlerini yapacağı üzerine hazırlıklarımız olmalı.
Tabii bu aşamaya gelmek için içerisini toparlamak, birliği sağlamak ve ekonomik/askeri açıdan güçlenmemiz gerekirdi.
Şimdi bu sorular soruluyorsa Türkiye buna hazır hale gelmeye başladığı içindir. Bu iyi bir gelişmedir.
Ama gerekenleri de acilen yapmamız gerekir.
Doğaçlamayla bir yere kadar gidebiliriz.