Türkiye 2000’li yılların başında bir değişim dönemine girdi. Yurttaşlar, birçok sorunun yanı sıra faili meçhul cinayetler bulmacasının da artık çözülmesini istiyorlardı. Bu nedenle birçokları Ergenekon ve Balyoz gibi davalara boş yere ümit bağladı ama onlar güvenlik ve yargıda gerçek gücün kimde olduğunu bilmiyorlardı. Geçmişteki askeri darbelerin acı anıları insanları her şeyi ‘askeri vesayetle’ açıklama kolaycılığına itmişti. Suçlamaları sorgulamaksızın kabul ettiler. O dönemdeki soruşturmalara bir ‘Temiz Eller Operasyonu’ havası vermek için Türkiye’ye çağrılan Gladyo Davası Savcısı Casson’un vurguladığı gerçeği hatırlayalım: Bir ülkede çok sayıda cinayetin faili meçhul kalabilmesi için güvenlik, yargı ve medya alanında örgütlü bir yapılanmaya ihtiyaç vardır. Güvenlik güçleri soruşturmayı saptırır, hatta bazen cinayet infazını bizzat yapar. Yargı gerçekleri örtbas eder, suçluları serbest bırakır, masumları tutuklar. Medya hazırlanan senaryoları haberleştirir, kamuoyu oluşturur. Okyanus ötesi metot budur. Casson’un Gladyo teorisine göre olaya bir kez daha bakalım.
Türkiye’de güvenlik güçleri bütün ülkelerde olduğu gibi ordu ve polis olarak ikiye ayrılır. Türkiye’de geçmişteki faili meçhullerin ardındaki güç en çok hangi kurumda yuvalanmıştır? Bu soruyu sormanın zamanıdır. 1990’lı yıllardaki faili meçhuller bahis konusu olunca belli çevreler hemen ordu birimlerini suçlamıştı. Ordunun sadece dış güvenlikten sorumlu olmasına rağmen geçmişte ve1990’larda da iç güvenlik görevi yaptığı bilinmektedir. Ancak ordu birimlerinin örtülü operasyonlardaki rolü sadece Fırat’ın doğusunda ve ‘Jitem’ adı verilen örgüt çerçevesinde bir miktar ifşa olmuşur. Batı’da ise sadece PKK’nın finans kaynaklarını kesme gerekçesiyle işlenen cinayetler hakkında, özellikle Susurluk olayından sonra ortaya çıkan epeyce bilgi ve belge vardır. 1990’lardaki aydın cinayetleri ve ‘laiklik sorunu’ çerçevesindeki eylemler ise tamamıyla karanlıkta kalmıştır.Ta ki 2009’a kadar.
19 Aralık 2009’da yaşanan Kozmik Oda baskını birçok sırrı çözecekbir anahtardır. Onlarca generalin hapse atıldığı bir süreçte ABD’den gelen ihbarla ve dikkat çekici bir politikacıya suikast gerekçesiyle başlatılan aramadan çıkan sonuç bu kez kamuoyuna iletilen senaryoya uymamıştır. Paralel gücün zirveye ulaştığı o anda gerçeğin kıvılcımı çakmıştır. İki odalı bir evde oturuyorsanız ve bir eşyanız kayıpsa, odalardan birini tepeden tırnağa arar ve hiçbir şey bulamazsanız netice ortadadır. İki güvenlik gücünden biri temiz çıkmışsa geriye tek ihtimal kalmıştır, meçhul faillerin diğer güvenlik gücü, yani polis içinde yuvalanan çete tarafından korunduğu gerçeği.
Zaten bir yerlerden kendilerine belge valizleri gelen ve bununla önce medya kampanyaları ardından tutuklama dalgaları başlatanların ellerinde en az 7 yıl boyunca her türlü yetki ve olanak vardı. İstedikleri her yere giriyor, milyonlarca kişiyi dinliyor, Balyoz ve KCK gibi operasyonlarla binlerce kişiyi tutuklayabiliyorlardı. Faili meçhuller ve TSK arasındaki ilişki konusunda ellerinde ufak bir emare olsa bunu mutlaka değerlendirirlerdi. Dahası ordu kademelerindeki adamlarının önünü açmak ve mevcut güçlerini pekiştirmek için bunu sonuna kadar istismar ederlerdi.
Hâl böyleyken ve faili meçhuller konusu Dink ve Hablemitoğlu cinayetleriyle gündemdeyken polis ve yargıdaki çete hakkındaki soruşturmayı cinayetlerden arındırıp sadece ‘örgütlenme’ ile sınırlamaya çalışmanın, elinde bombayla yakalanan provokatörü ‘tanırım iyi çocuktur’ sözleriyle korumaktan farkı yoktur. Tabii sonuçta her şey hukuki sürece ve eldeki delillere bağlıdır. Hukuksal gerçek yaşamdaki gerçeği hiçbir zaman tam anlamıyla yansıtmaz. Ama medyanın ceza dosyalarıyla ilgili peşin mahkûmiyet kararları vermesi ne kadar yanlışsa, peşin masumiyet kararları de o kadar yanlıştır. Konu eğer hukuk değil siyasetse, gerek askerin ülke yönetimine müdahalesi düşüncesi, gerekse ABD himayesinde Müslüman cemaat komedisi halkın vicdanında çoktan mahkûm olmuştur.