Şöyle arkamıza yaslanıp hayranlıkla Meryl Streep’i izlemeyeli hayli zaman oldu. En son geçen sene küçük bir rolde ‘Suffragette’ (Diren) filminde yer alan oyuncuyu, en yakın tarihli olarak 2013 yapımı John Wells imzalı ‘August: Osage County’ (Aile Sırları) filminde canlandırdığı disfonksiyonel bir anne rolünde seyrederek büyülenmiştik. Meryl Streep filmlerinin ortak özelliği, konusundan oyuncu kastına kadar kalburüstü işler olması ve haliyle de bu filmlerin birden çok kez izlenilmeyi de hak etmesi diyebiliriz. Bu hafta vizyonda Streep’in başrolünde olduğu ve üstünden yıllar geçse de defalarca izlemeyi hatta üstüne konuşmayı hak edecek eğlenceli bir komedi var.
Stephen Frears tarafından sinemaya uyarlanan ‘Florence’, 1930’larda New York cemiyet hayatının renkli simalarından olan Florence Foster Jenkins’in gerçek yaşamını konu alıyor. Hep ünlü bir şarkıcı olma hayaliyle yaşayan Florence (Meryl Streep), hayattaki en büyük tutkusunun peşinden gitmeye karar veriyor. Yalnız önünde aşılması zor bir engel var; üstelik bunun farkında bile değil… Filmde eşi ve aynı zamanda menajeri de olan St Clair Bayfield’in (Hugh Grant) desteğiyle New York’un en görkemli salonu Carnegie Hall’da konser vermek için hazırlanan Florence’ın eğlenceli olduğu kadar duygusal hikâyesini izliyoruz. “Dünyanın en kötü opera şarkıcısı” olarak ünlenen Florence Foster Jenkins’in kendinden bir haber ama bir o kadar da kendine güvenli hayat duruşu filmin ana mizah unsurunu oluşturuyor. ‘The Queen’ (Kraliçe), ‘Philomena’ (Umudun Peşinde) ve ‘The Program’ (Son Efsane) gibi yine insan hikâyeleri ile öne çıkan filmlerin yönetmenliğini yapan Stephen Frears tarafından ‘Florence’ın çekilmesine şaşırmamak gerek. Yönetmen, filmlerinde karakterin dünyasını yaratarak film ilerledikçe de o dünyanın gizli odalarını izleyiciye açıyor. Filmi Meryl Streep’in harikulade oyunculuğu taşırken, Hugh Grant’ın varlığı yaş ve görüntü itibarıyle uygun bir kast olmak dışında pek ilgi çekmiyor. Diğer taraftan ‘The Big Bang Theory’ dizisinden tanıdığımız Simon Helberg’in Streep ile karşılıklı prova sahneleri adeta kahkaha tufanı. ‘Florence’ eğlenceli, sürükleyici ve filmden çıktıktan sonra bile aklınıza geldikçe güleceğiniz dolu dolu iki saatlik bir seyir sunuyor.
Bu kez Jedi’ler yok
Bu hafta vizyonda ne ararsan var. Dramdan romantik komediye, gerilimden maceraya kadar herkesin ilgisini çekebilecek bir dolu film arasından pek tabii ki en dikkat çeken ve üstünde çok konuşulanı, ‘Rogue One: Bir Star Wars Hikâyesi’. Bir önceki film olan ‘Güç Uyanıyor’a kıyasla daha net, daha az karanlık bir tema karşımızda. Tabii ki bunda Rogue One’ın bir spin-off (yan öğelerin ayrı hikâyesi) olmasının ve Star Wars serisinin 4. filmi olan ‘New Hope’ta yer alan imha silahı ‘Ölüm Yıldızı’ planlarının çalınmasının bu ara filmde ele alınmasının etkisi büyük. Dolayısıyla filmin hayranları için bir gizem açıklığa kavuşturuluyor. Henüz filmi izlememiş olanlar için filmden çok fazla ipucu vermeden Rogue One, heyecan verici aksiyon sahneleri ve yeni karakteriyle, klasik Star Wars filmlerindeki ‘İyi ve Kötü’nün Savaşı’ndan ziyade otoriteye karşı başkaldırıyı ve bir şeyleri değiştirmede tek bir bireyin bile tetikleyici olabileceğini anlatıyor. Filmin başrollerinde, son dönemde ‘Her şeyin Teorisi’ ve ‘Inferno’da da izlediğimiz Felicity Jones etkileyici oyunculuğuyla öne çıkıyor. Gareth Edwards’ın yönetmenliğini yaptığı Rogue One, serinin ilk spin-off filmi olarak Luke Skywalker hikâyesi ile bağlantılı olmayan, içinde Jedi kelimesinin nadiren geçtiği, daha gerçek dünyaya yakın bir Star Wars evreniyle izleyenleri tatmin ediyor.