Florian Henckel von Donnersmarck’ın yönetmenliğini yaptığı, ailesinin travmatik geçmişinin kalıntılarından özgürleşmek isteyen genç bir ressamın hikâyesini anlatan ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ (Never Look Away) bu hafta vizyonda…
2007 yılında ‘Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Ödülü’ alan ‘Başkalarının Hayatı’ (The Lives of Others) filmiyle tanınırlık kazanan Alman yönetmen yine kendi yazıp yönettiği son filminde yaşadığı coğrafyanın sancılı yıllarını masaya yatırıyor. Film, 1930’ların Nazi Almanyası’nda büyüyen ve ailesinin yaşadığı acılarla, şahit olduklarıyla örselenen Kurt Barnert’in 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin denetimi altındaki Doğu Berlin’de bu kez de komünizm gölgesinde devam eden varolma sıkıntısını merkezine alıyor. Kaderin ilginç bir oyunu gibi, Sanat Akademisi’nde tanıştığı Ellie’ye, ailesinin yaşadığı trajedinin müsebbibi olan Profesör Seeband’ın kızına âşık olan Kurt, travmalarıyla yüzleşmek ve teselli bulmak için sanatını kullanır. Konusunu ressam Gerhard Richter’in gerçek yaşam hikâyesinden alan ‘Asla Gözlerini Kaçırma’, faşizmi, sanatın iyileştirici gücünü ve 1960’lardaki yeni sanat anlayışının ortaya çıkışını adeta ilmek ilmek örüyor ve üç saati geçen süresine rağmen Caleb Deschanel’ın eşsiz sinematografisi ve Tom Schilling, Sebastian Koch ve Paula Beer’in performanslarıyla her bir karesinde sürükleyiciliğini koruyor. Özellikle Gerhard Richter’e benzerliğiyle dikkat çeken Tom Schilling’in karakterin içinde büyüttüğü gizli öfkeyi, yürek burkan bir hassaslık ve melankoli ile bütünleştirdiği oyunculuğu dikkat çekici… Almanya’nın Oscar adayı ‘Asla Gözlerini Kaçırma’ için son olarak; yönetmen Donnersmarck’ın büyük trajedilerden önemli eserlerin çıkması üzerine bir röportajında söylediği gibi “Bir adaletsizlik veya acı gördüğünüzde gözlerinizi kapamayın, gerçeklerle yüzleşmek her zaman güzeldir.”
GÖZDELİK MAKAMI
Yönetmenliğini Yorgos Lanthimos’un yaptığı ‘Sarayın Gözdesi’, 18. yüzyılda İngiltere Kraliçesi Anne’in yakın arkadaşı olan ve hem kraliçenin sağlığı hem de ülke işleriyle ilgilenen Lady Sarah’ın saraya yeni gelen Abigail ile arasında gelişen gözdelik mücadelesini konu alıyor. Genellikle klasik aşk üçgeni bir kadının iki erkek arasında kalmasını konu alırken, ‘Sarayın Gözdesi’nde bu klişe ustalıkla ters çevriliyor ve bir kadının diğer iki kadın arasında kalmasına evriliyor. Bu öyle bir evrilme ki biri aristokrat diğeri avam takımından iki farklı sınıftan kadın arasındaki rekabet dolayısıyla hikâyenin üçgeni sevgi olmayıp tamamen güç kavgası üzerine kurulu. Bu anlamda filmin beni en çok etkileyen tarafı, bir senaryo klişesini farklı bir açıdan yorumlayıp izleyicinin zihninde asıl konuyu havada asılı bırakması. Bu anlamda yüklü bir alt metinden oluşan zekice kaleme alınmış senaryo, sosyal bozulmaları, duygusal karmaşaları ve sınıf atlama çabalarını bir kadının güç sahibi olması üzerinden anlamlandırıyor. Dönem filmi olmasının gerektirdiği üzere diyalogların inandırıcılığı da senaryonun başarısında etkili. Oyunculuklara gelince, Olivia Colman’ın huzursuz, acı içindeki Kraliçe Anne portresi, Emma Stone’un zararsız gibi gözüken ufak adımlarla sinsice kendine yer edinen ve iyi insan olmaya tercih eden Abigail rolündeki performansı özellikle etkileyici