• $32,3798
  • 34,998
  • 2325.53
  • 9128.76
13 Haziran 2020 Cumartesi 15:54 | Son Güncelleme:

Sultanahmed Camii'ni de kütüphane yapacaklardı

Sultanahmed Camii'ni de kütüphane yapacaklardı

Doç. Dr. A. Teyfur Erdoğdu / Yazar 12.06.2020

Mabetleri dönüştürme düşüncesi sadece Ayasofya ile sınırlı kalmamış Sultanahmed Camii'nin de kütüphaneye çevrilmesi fikredilmiştir. Ancak bu fikirden kitaplar için konulması icap eden bölmelerin binayı çirkinleştireceği gerekçesiyle vazgeçilmiştir.

Ayasofya yine hararetle gündeme oturdu. Nasıl oturmasın? Konunun o kadar çok cezbedici yönü var ki. Bu yönlerden herhangi biri onun aslında sürekli gündemde kalmasına da sebep olabilir. Mesela yüzyıllar boyunca tüm dünya Müslümanları 0 meridyeninin Greenwich’den değil Ayasofya’nın hilalinden geçtiğini kabul etti ve buna da arz-ı halife dendi. Bu kısa makalede bu çarpıcı yönlerin hepsini yazacak değilim. Bu yüzden onun sadece müzeleştirilme sürecine dair anı ve günlüklere ve bunların sakıncalı olabilecek yönlerine dikkat çekmek istiyorum. Ayasofya müzeleştirilirken yaşananlara dair elimizde elbette resmi belgeler, gazete-dergi haberleri ve köşe yazıları var ve aşağıda onların önemlilerini de zikredeceğim. Ama Ayasofya için anı ve günlükler de inanılmaz önemli. Çünkü anı ve günlükler hem diğer kaynaklarda yok denecek kadar az bulunan insani ve toplumsal hayatı canlı bir biçimde verirler hem de kamuyla paylaşıl(a)mayan bilgileri içerirler. Bu bilgiler olayların perde arkasını, kişisel düşünceleri, gizlenenleri açığa vurur. Mesela Süleyman Uyanık’ın basılmamış hatıratında acaba neler var? Başka hangi hatırat basılmadı? Bunların hepsi keşfedilmeyi, incelenmeyi ve okunmayı hayli hayli hak ediyor.

Minarelerinin yıkılması düşünüldü

Bazı anı ve günlüklerde rastladığım bilgilerin bir kısmını aktarayım: Mesela Ayasofya’nın minarelerinin yıkılması düşünülmüş sonra halkın tepkisinden çekinildiği için vazgeçilmiş... Ama Küçük Ayasofya minareleri yıkıldılar, biliyoruz. Bir defasında da Atatürk ‘Müze Ayasofya’yı ziyaret ederken halılara ayakkabılarıyla basarak gezmiş... Ayasofya sadece Bizans Müzesi haline getirilmek istenmiş ama Atatürk bu fikre karşı çıkmış. Atatürk’ün bu karşı çıkışı Amerikan Bizans Enstitüsü kurucusu Thomas Whittemore’un etkisiyle olabilir. Zira bu uzmanın Atatürk’e Türklerin bu yapıyı Bizans’ın çok ötesine taşıdığını ve yapının iki kültürü birden yansıtır hale geldiğini hararetle anlattığını biliyoruz (Dumbarton Oaks Arşivi, 19.7.1932). Bence bu kadar bilgi bile heyecan uyandırmaya ve meraklıları araştırmaya teşvik etmeye yeter.

Anı ve günlüklerin tehlikeleri

Ancak, dikkat çekmek isterim ki anı ve günlükleri kullanmak bilgi, yöntem ve tecrübe gerektirir. Yoksa araştırmacı veya sade okuyucu yalan yanlış bilgilerin tuzağına kolaylıkla düşer. Peki’ anı ve günlüklerin taşıdığı tehlikeler nelerdir? Kullanma yöntemini yer darlığı dolayısıyla ele almıyorum.

İlkin anı ve günlükler resmi ve kişisel olarak ikiye ayrılırlar. Örneğin orduyla hareket eden (asker) katibin kaleme aldığı günlük (ruzname, sefername, gazavatname, muhtıra, maruzat) resmi iken kişinin tamamen şahsi gerekçelerle yazdığı günlük ve anı kişiseldir. Hepsi olmasa da bazı mesnevi ve tabsıraların da bu türden sayılması gerekir. Örneğin Keçecizade İzzet Molla’nın Mihnet-Keşan isimli mesnevisi ile Akif Paşa’nın Tabsıra’sı.

İkincisi, anılar (bazen altmış-yetmiş yıl) sonradan yazılırken günlükler en fazla birkaç günde bir tutulurlar. Suut Kemal Yetkin’in güzel ifadesiyle günlük ileriye doğru, hatıra geriye doğru gider. Buna rağmen günlüklerde de mesela ‘işittim ki’ diyerek daha eski zamana göndermeler bulunabilir. Bu farkın doğurduğu en büyük sorun “doğru” hatırlamadır. Günlükte hatırlamadaki isabet (yaşantı ile yazım arasındaki fark bazen birkaç saate inebildiği için) oldukça yüksek iken anıda bazen isabet tamamen kaybolabilir. Ancak bu demek değildir ki günlüklerde hatalı anımsamalar ve yanlış anlamalar söz konusu olmasın. Bunun temel sebebi öznel algıdır (bilişsellik/cognition: maddi ve manevi cihazlarının oluşturduğu bütündür). Mesela II. Abdülhamid devrinden Said ve Kamil paşalar resmi belgelere dayanarak yazmış da olsalar anılarında birbirleriyle çelişkili bilgiler vermektedirler. Hatta birbirlerine bu konuda reddiye bile yazmışlardır.

Üçüncüsü, anı ve günlükler içinde çokça abartma, önemsizleştirme, kendini aklama, öne çıkarma veya gizleme, kişisel ve zümresel menfaate uygun tahrifat ve tahribat bulunur. Lakin hakkında yalan söylenmesine ihtiyaç duyulmayacak mimariye, şehirciliğe, yiyecek ve içeceklere, şenlik, bayram, tören gibi özel günlere, kılık-kıyafetlere ait bilgiler daha rahat ve daha korkusuzca kullanılabilirler.

Sahte günlük sorunu

Dördüncüsü, biri ya kendi veya bir başkası adına sahte günlük veya anı düzebilir. Mesela Süleyman Nazif İttihadcılardan öç almak için II. Abdülhamid’in Hatıra Defteri ismiyle sahte bir anı yazmıştır. Bir başka tür tahrifat da ikinci bir yazarın asıl hatırata veya günlüğe ekleme ve çıkarma yapmasıdır. Örneğin Cemal Kutay, Ali Fethi Okyar’ın Üç Devirde Bir Adam anısını tahrif etmiştir. Aynı yazar Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları; Abdülaziz’in Avrupa Seyahati; Çerkez Ethem’in Hatıraları gibi eserlerde de sahtecilik yapmıştır.

Beşincisi, yazarlar bazen siyasi idareden ve halk tepkisinden korktukları için takma adla ürün verirler. Örneğin İstiklal Harbi’nin etkili isimlerden M. Razi Yalkın’ın M. Sıfır imzasıyla “Konya İsyanının İçyüzü” anıları çok önemlidir (Yeni Sabah Gazetesi). Bazı yazarlar ise otosansür uygularlar. Otosansürün korku dışında “kötü” halleri yaymamak türünden mefkurecilik (idealizm) ve/ya ahlakçılık ya da satış endişesiyle bağlantısı vardır.

Altıncısı, günlük ile anı arasında zamansal fark yanında niteliksel fark da bulunur: Günlük genellikle saate, mekana ve mekanın ilgi çekici özelliklerine, kişi adlarına, tarihlere, yenilene, içilene kadar ayrıntılı bilgiler verirken anı bu tür detayları ya yanlış verir ya da hiç vermez.

İdari sansür uygulaması

Yedincisi, bu tür eserlere yönelik sıklıkla uygulandığını bildiğimiz idari sansürdür. Siyasi otorite tarafından istenmeyen her türden bilgi, yayımlanırken ya da yayımlandıktan sonra sansürlenirler (Rıza Nur veya Kazım Karabekir’in anıları). Evet bunlar anı ve günlüklerde bulunabilecek tehlikeler. Okunacak anı ve günlüklerde bunlara mutlaka dikkat etmek lazım gelir. Gelelim şimdi anı ve günlük dışındaki Ayasofya’nın müzeleştirilmesiyle ilgili kaynaklara. Kısaca zikredeyim: Başbakanlık Cumhuriyet, Ayasofya Müzesi, İngiliz ve ABD dışişleri arşivleri, bunlar yanında Whittemore’un arşivi (Dumbarton Oaks Research Library and Collection) ön sırada gelir. Kitaplardan ise A.M. Çalışkan, Ayasofya Camii Meselesinin Etrafındaki Gerçek, İst. 1976; S. Türkoğlu, Ayasofya’nın Öyküsü, İzmir 2002; A. Akgündüz ve S. Öztürk, Üç Devirde Bir Mabed. Ayasofya, İst. 2005 ve A. Akgündüz, Kiliseden Müzeye Ayasofya Camii, İst. 2006 önemlidir. Tez, iki tanesi gayet mühim: Ayasofya’nın müzeleştirilmesinden önceki son imam hatibi Manastırlı İsmail Hakkı üzerine yazılan tez (N. Ay, Marmara Üniv. 1995) ile Cumhuriyet Döneminde Ayasofya (E. Akan, Çanakkale Üniv. 2008) isimli çalışma. Makalelerden neler var? İbrahim Hakkı Konyalı’nın Ayasofya’yla ilgili yazdıkları ehemmiyetlidir. Dönem gazeteleri. Onlar da çok mühim. Mesela iktidara yakın güçlü Cumhuriyet Gazetesi önemli bilgiler verir: Devrin meşhur kültür insanı ve TTK üyesi Halil Edhem Bey’in Ayasofya hakkında şöyle dediği yazılır: “Bunlar artık dini değil yalnız ilmi mahiyeti haiz yüksek kıymetli eserlerdir.” Cümleyi tekrar okuyun. O devirde oldukça etkili bir başka isim gazetenin başyazarı Yunus Nadi ise şöyle der: “... milletin nazarında artık Ayasofya mozayıkı badana altında tutulacak bir mabed değil, belki insanlık tarihinin bütün güzellikleri meydana çıkarılmak lazım gelen en yüksek abidelerinden biri... Ayasofya’nın vaktile cahil müteassıplar tarafından badanalanmış mozayıkları... Biz Ayasofya’nın yalnız mozayıklarını badanalamakla kalmamışız. Bu san’at abidesinin etrafını türbelerinden medreselerine varıncaya kadar o yüksek binayla münasebetle almayacak bayağı ilavelerle bozmuşuz. Dünyanın bu sayılı güzel eseri kadar fena şerait içinde bırakılmış bir san’at abidesine nadir tesadüf olunur... Artık Ayasofya dini bir mabet olmaktan ziyade insani ve tarihi bir abidedir.” (14.11.1932). Devrin bazı aydınlarının tastamam zihniyeti budur. Bazı dedim çünkü bunun zıddını mesela 9.12.1934’te Evkaf Umum Müdürlüğü’nün evrakında görürüz (4.11.1934 tarih ve 94041 sayılı tezkireye cevap). Bir başka gazete Ayasofya’nın müzeleştirilme zamanının geldiğini mealen şöyle ilan eder: Aya Sofya kutsal bilgelik demektir. Bu zamanda insanlar için kutsal tanınabilecek tek bilgelik ise dinde değil bilimdedir (Milliyet, 25.3.1935). Gazete ve arşiv belgelerinden rastgele çekip yazmaya devam ediyorum. Devrin Maarif Vekili Abidin Özmen ve bir çok müşahide göre Ayasofya’nın müzeleştirilmesi Atatürk’ün akşam sofralarından birinde 9 Eylül 1934’te kararlaştırılmıştır (İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri Umum Müdürlüğü, 25.8.1934, 18776, 1316 ve 18777-B, 1317; Ayasofya Müzesi, 7. Toplantının Özel Zaptı, 25.1.1949; Ayasofya Müzesi Ziyaretçi Defteri, 29.11.1949). Aynı gün IV. Uluslararası Bizans Kongresi Sofya’da toplanmıştır. Güzel bir rastlantı!... Bu kongrenin yenisi 2021’de İstanbul’da tertip edilecek. Bakalım neler olacak? Hep birlikte göreceğiz. Mabetleri dönüştürme düşüncesi sadece Ayasofya ile sınırlı kalmamış Sultanahmed Camii’nin de kütüphaneye çevrilmesi fikredilmiştir. Ancak bu fikirden kitaplar için konulması icap eden bölmelerin binayı çirkinleştireceği gerekçesiyle vazgeçilmiştir (Milliyet Gazetesi 11.9.1934).

Sözlü tarih yapılmalı

Şubat 1935’te ise Atatürk’ün emriyle Ayasofya içindeki hüsn-i hatlar yere indirilmiştir (İstanbul Asar-ı Atika Müzeleri, 4.2.1935 ve 23.2.1935 tarihli yazılar; Ayasofya Müzesi, 7. Toplantının Özel Zaptı, 25.1.1949) ve 1949’a kadar da yerde kalmıştır (Hürriyet Gazetesi, 25.1.1949). Devrin Dahiliye Müdürü Bekir Şükrü Egeli’nin de aralarında bulunduğu bir kısım memurun şahadetine göre Atatürk Ayasofya’ya yaptığı bir ziyarette -belgenin diliyle söyleyecek olursak- “Allah, Muhammed ve Ciharyarı Güzin” yani dört halifenin isimlerinin yazıldığı dev levhaların hala yukarıda asılı olduğunu görünce levhaların bulundukları kısımların güzelliğini örttüklerini söylemiş ve yere indirilmelerini emretmiştir. II. Abdulhamid Han’ın özel imal ettirdiği mavi renkli halıların ise daha sonra kaldırıldığını biliyoruz. Şimdi bu tüm anı ve hatıra ve arşiv ve gazete haberleri gibi yazılı belgelerin yanında sözlü tarih çalışmaları da yapılmalıdır. Sözlü tarih yapılması gereken Cumhuriyet erken dönem siyasetçileri, idarecileri, bilim ve sanat insanlarını maalesef kaybettik. İbrahim Hakkı Konyalı (d. 1896), Şehabeddin Tekindağ (d. 1918) ve Semavi Eyice (d. 1922) gibi müteakip kuşak içinde bu konuyla ilgilenenleri de yitirdik. Artık müzeleştirmeyi o gün idrak etmiş kimse kalmadı. Bari şimdi ‘idrak edenleri idrak etmiş’lerle mesela Süleyman Zeki Bağlan (d. 1947) ile sözlü tarih yapılsa, eminim çok ilginç bilgiler verecektir. Eh bundan sonrası artık tarihçilere ve tarih severlere kalıyor. Yukarıda bahsettiğim anı ve günlüklerin tehlikeli yönlerine dikkat ederek haydi onları araştıralım, gizledikleri yerleri bulalım, çıkarıp okuyalım bakalım içlerinde neler keşfedeceğiz?

Dış ticaret açığı yüzde 44,2 azaldı
Dış ticaret açığı yüzde 44,2 azaldı

Dış ticaret açığı yüzde 44,2 azaldı

Emeklilere indirimli bilet müjdesi!
Emeklilere indirimli bilet müjdesi!

Emeklilere indirimli bilet müjdesi!

Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi
Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi

Tam 1,5 milyar... Dış kaynak akışı bu yıl da hız kesmedi