Ağzınla kuş tutsan nafile:
Günlük hayatta sıkça kullandığımız bu deyimin kökeni Osmanlı dönemine kadar uzanıyor. Fransa'yla iyi ilişkilerin kurulduğu bir dönemde İstanbul'a gelen Fransa elçisi, Topkapı Sarayı'nda padişahın huzuruna kabul edilmeyi beklediği sırada işinin acele olduğunu, bir an önce padişahla görüştürülmesi gerektiğini söyleyince şu cevabı alıyor: "Şevketli padişahımız bugün çok hiddetli. Biraz önce külahından tavşanlar çıkaran, alev alev yanan çubukları ağzında söndüren, havaya uçurduğu kuşu birkaç sözüyle geri döndürüp ağzıyla ayaklarından yakalayan hünerli bir hokkabazı dahi huzurundan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile, ama yine de büyük bir hünerin varsa söyle, zat-ı şahaneye arz edeyim."
Ateş pahası:
Dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman, yanındaki maiyetiyle birlikte Halkalı'da ava çıkıyor. Fakat hava birden bozuyor ve sağanak yağış başlıyor. Padişahla adamları mecburen karşılarına çıkan ilk eve sığınmak zorunda kalıyorlar. Ev sahibi ocakta bir ateş yakıyor ve böylece padişah elbiselerini kurutuyor. Elbette evin sahibi bu misafirlerin kimler olduğunu bilmiyorlar. Padişah, bu durum karşısında yanındakilere dönerek; "Şu ateş bin altın eder" der. Havanın iyice bozması neticesinde padişah ve adamları geceyi orada geçirmeye karar verirler. Ev sahibi misafirlerinin oldukça zengin kişiler olduğunu düşünür ve sabah evden ayrılırken borcunu soran padişaha "Bin bir altın" cevabını verir. Ateşin değerini padişahın biçtiğini, konaklamanın ise bir altın değerinde olduğunu ayrıca belirtir. 'Ateş pahası' deyimi de bu olay neticesinde ortaya çıkıyor.
Balık kavağa çıkınca:
İstanbul Boğazı'nın Karadeniz'e açılan kısmındaki Rumeli Kavağı ile Anadolu Kavağı'nda rüzgarlı havalarda balık avlamanın bir hayli zor olduğu bilinir. Bu nedende balığın bol ve fiyatının da uygun olduğu zamanlarda şehirde tutulan balıkların Kavaklar'a kadar götürüldüğü söyleniyor. Bunun dışında kalan zamanlarda uygun fiyata balık almak isteyen vatandaşlara satıcıların verdiği cevap "O sizin dediğiniz ücret, balık kavağa çıkınca olur" şeklinde oluyor. Satıcıların verdiği cevap zamanla dilimize yerleşmiş ve deyim halini alıyor.
Başında kavak yeli esmek:
Sorumsuz ve kendi zevkleri uğruna işler yapan gençler için söylenen deyim ise aslında Anadolu ve Rumeli kavaklarının şiddetli rüzgarları üzerine söylenmişti. Zamanla kişilerin karakter yapılarının tarifinde ve özellikle de gençlik dönemlerinde karşılarına çıkan bu deyimi de sıkça kullanıyoruz.
Çarşamba pazarına dönmek:
Yine Osmanlı dönemlerine kadar uzanan bu deyim, Fatih Camisi avlusunun duvarından Yavuz Selim'e kadar uzanan bir alana kurulan kalabalık ve büyük çarşamba pazarlarından geliyor. Kargaşayı ve düzensizliği ifade ederken sık sık kullanıyoruz.
Dolap çevirmek:
Haremlik ile selamlık arasındaki iletişimin sağlandığı dolaplar, eski konaklarda bulunurmuş. Söz konusu dolaplar haremlik-selamlık bölmesinin arasında, ağaçtan, silindirik, alt ve üst kısımlarından bir mil ile tutturularak çevrilen dolaplar şeklindeymiş. Birbirine ilgi duyan ev sahiplerinin durumdan haberdar olmasını istemeyen konak görevlileri, bu dolay yardımıyla haberleşirlermiş. Yani tamamen gizli yapılan bu iş, aslında 'dolap çevirmek' deyimini tam anlamıyla karşılıyor diyebiliriz.
Eşref saati:
Osmanlı döneminde önemli bir olayın müjdeleneceği zamanların eşref saatlerine, yani uğurlu vakitlere denk getirilmesine özen gösterilirdi. Saray halkından sokaktaki insanlara kadar herkes buna inanır, özen göstermeye gayret ederdi. Söz konusu olayın ya da işin açıklanacağı zamanlarda müneccime başvurulur, onun yönlendirdiği ya da uygun gördüğü bir vakitte gerekenler yapılırdı.
Gözden sürmeyi çekmek:
Kasımpaşa'da bulunan Haliç Tersanesi'nde özel bölmelere 'göz' adı verilirdi. Bu bölmelerde saklanan 'sürme' adı verilen keresteler, zaman zaman marifetli hırsızlar tarafından çalınırdı. Günümüzde pek çok durum karşısında kullanılmaya devam edilen bu deyimin temeli, hırsızlık yapan kimselere dayanıyor.
İki dirhem bir çekirdek:
Özellikle eski İstanbul'da şık giyinen kimseler için kullanılan bu deyim, günümüzde de aynı şekilde anlamını yitirmeden kullanılmaya devam ediyor.
Kabak tadı vermek:
Dönemin padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan medresedeki öğrenciler, aynı zamanda yemeklerini de medresenin aşevinde yerlermiş. Özellikle cuma günleri zenginleşen sofraları, kabak mevsiminin gelmesiyle birlikte değişim gösterir ve türlü türlü kabak yemeği çıkarmış. Bunun üzerine söylenen 'kabak tadı verdi' deyimi de günümüzde hala kullanılıyor.
Marmara çırası gibi tutuşmak:
Eski dönemlerde ocakları ya da sobaları tutuşturmak için çıralar kullanılırdı. Marmara Adası'ndan toplanan reçinesi bol çıralar, diğer çıralara göre çok daha güçlü yanıyormuş ve çabuk tutuşuyordu. Aniden öfkelenip sinirlenen insanlar için kullanılan bu deyim, pek çok deyim gibi günümüzde de halen daha kullanılmaya devam ediyor.