Covid-19 salgını küreselleşmeye dönük bakışta önemli bir değişimi beraberinde getirecek gibi görünüyor. Bu krizle birlikte uzak coğrafyalardan sadece -telefon kılıfına varıncaya kadar- istenilen şeylerin değil, bazen de koronavirüs gibi hiç de arzu edilmeyen şeylerin “ithal edilebileceği” net biçimde anlaşılmış oldu.
Bu kriz ve küresel tedarik zincirlerinde yaşanan kırılmalar bizlere aynı zamanda gıda ve sağlık sektörlerinin ne kadar “stratejik” olduklarını bir kez daha hatırlattı. Evet, dünyanın en büyük zenginliklerine sahip olabilirsiniz ama karnınız açsa veya hasta iseniz bütün o sahip olduğunuz şeylerin pek bir anlamı olmaz.
Açken veya hastayken o pahalı telefonları veya otomobilleri de yiyemezsiniz. Türkiye salgınla mücadelede bu zamana kadar iyi bir performans sergiledi. Sağlık sisteminde 2000’lerde yaşanan muazzam iyileşme ve kriz sürecinde uygulanan doğru sağlık politikaları bu ağır imtihanda oldukça iyi bir sınav vermemizi beraberinde getirdi.
SAMAN SİYASETİ
Her şeyden önce belirtmek gerekir ki diğer birçok konuda olduğu gibi gıda konusunda da ülkemizde çok fazla bilgi kirliliği var. İşin ilginç yanı ise kendisine “tarım uzmanı” diyen birçok kişi ironik bir şekilde bu kirlilikte ciddi bir paya sahip bulunuyor.
Gıda konusu doğal olarak çok boyutludur ve oldukça karmaşık bir yapıya sahiptir. Fakat bu konu aşırı bir şekilde siyasileştirildiğinde günün sonunda tek boyutlu ve yüzeysel bir denkleme erişebilirsiniz. “Türkiye samanı bile ithal ediyor” sözünde olduğu gibi. Bu ifade ile ima edilen şey artık Türkiye’nin her ama her şeyi ithal ettiği, hiçbir gıda ürününün üretiminde kendi kendine yeterli olmadığıdır.
Bu kadar yüzeysel ve tek boyutlu bir anlatı ancak ve ancak inanılmaz düzeyde siyasileşmiş bir zihinde kendine yer edinebilir tabi ki. Türkiye’nin “saman bile” ithal etmesi bize aslında hiçbir şey anlatmıyor. Mevzuyu coğrafya ile iki boyutlu hale getirdiğimizde bile ilgili duruşun ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıkıyor.
Saman yükte ağır, pahada hafif bir ürün olduğundan samanın dış ticareti pek yapılmaz. Yapıldığında ise coğrafi yakınlık çok önemli olur. Edirne’de ihtiyaç duyulan samanı Bulgaristan’dan satın almak Konya’dan satın almaya kıyasla çok daha ucuzdur ve mantıklıdır.
Peki, Türkiye gıdada kendi kendine yeterli mi? Bu konunun çok boyutlu ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu akıldan çıkarmadan bu soruya genel olarak “evet” cevabını verebiliriz. Bu konuda gerçekleştirilen akademik çalışmalar Türkiye’nin gıdada kendi kendine yeterlilik hususunda görece iyi bir yerde olduğunu gösteriyor.
34 ülkede ise görece dengeli bir yapı var. Türkiye de bu grupta yer alıyor. Son gruptaki 31 ülke ise genel olarak düşük gelirli ve pek fazla dış ticaret yapmıyor. Net tarım toprağı ihracatçısı ülkeler genel olarak geniş topraklara sahip ve nüfusun görece seyrek olduğu Amerika ve Avustralya kıtalarında bulunuyor:
Net tarım toprağı ithalatçısı ülkeler arasında ise ilk sıralarda Çin, Meksika, İspanya, İran ve Almanya bulunuyor. Bu ülkelerde tüketilen gıda ürünlerinin ciddi bir kısmı diğer ülkelerin kendi topraklarında ürettikleri gıda ürünlerinden oluşuyor. Bu noktada net tarım toprağı ithalatçısı ülkeler listesinde 13. sırada bulunan Hollanda için ayrı bir parantez açmakta fayda var.
Hollanda, diğer bazı ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de tarımsal bir başarı örneği olarak öne sürülüyor. Fakat Hollanda’nın tarım ihracatında gösterdiği “başarıda” tarımsal ürünleri işleyip satması ve ithal ettiği tarımsal ürünleri -çok az işleyerek veya hiç işlemeden- tekrar diğer ülkelere satması çok ciddi bir paya sahip bulunuyor. Bu ikincisine “yeniden ihracat” (reexport) deniyor.
Bakınız, "yeniden ihracatta" Hollanda kendisi üretip satmıyor. Başkalarının ürettiğini satıyor. 17 milyon nüfusa sahip Hollanda, tarım ürünlerinin yeniden ihracatında (yüzde 18 pay ile) dünyada birinci sırada geliyor. Bu kendi başına önemli bir beceri olmakla birlikte bunun “kendi kendine yeterlilik” ile hiçbir alakasının bulunmadığı net bir şekilde ortada.
Bu şehir efsanesinin kendilerine uzman veya ekonomist diyen birçok kişi tarafından geçmişten bu yana dillendirilmiş olması en hafif tabirle “ilginç” bir durum. Türkiye gıdada kendi kendine yeterlilik hususunda dünyada ilk sıralarda yer almıyor. Fakat bulunduğumuz noktanın görece iyi olduğunu da söyleyebiliriz.
Belirtmek gerekir ki “kendi kendine yeterlilik” aslında epey muğlak bir ifade ve bununla neyi kastettiğimizi net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor. Mesela, bu ifade ile hiçbir şekilde ithalat yapmamayı mı kastediyoruz? Ne yazık ki ülkemizde kendisine tarım uzmanı diyen bazı kişiler bunu ima ediyor. Fakat bu ciddiye alınmayacak derecede anlamsız bir duruş.
Hatta buğday üretimimizin yeterli olmadığını sadece buğday ithalatına bakarak “ispatlayanlarla” bile karşılaşabiliyoruz. Bu seviyesizliğin ülkemiz için gerçekten bir trajedi olduğunu belirtmek gerekir. Peki gerçek durum ne? Türkiye un ve makarna gibi gıda ürünlerinin ihracatında dünyada ilk sıralarda yer alıyor.
İşte bu rakam “kişi başı milli gelir” rakamı gibi önemli ve değerli bir rakamdır. Belirtmek gerekir ki bir kişinin genel geçer bir rakam olarak günde 2 bin kalori tüketmesi gerekir. Tarladaki mahsulün sofraya ulaşana kadar önemli bir kısmının ziyan olması nedeniyle kişi başı kalori üretiminde günlük eşiğin 2 bin 500 kalori olduğu varsayılabilir.