Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin yaptığı referandum sonrası en çok merak edilen husus bölgenin geleceğinin ne olacağına dairdir.
Önce mevcut tartışmalarda ileri sürülen görüşlere bakılacak olursa bunlardan birinin, neticeye razı olmayı öneren, ‘ne yapalım Bölgesel Kürt Yönetimi’yle ilişkilere önceki gibi, bundan sonra da devam edelim’ olduğu görülecektir. İkinci görüş, her ne olursa olsun buna rıza göstermeyip ‘Ankara anlaşması’ önceki duruma dönerek, Musul meselesini yeniden ele almak gerektiği savunmaktadır. Bir başka görüşe göre ise, ‘bugün şartlar tamamen farklıdır, biz bu durumda ABD ve Batı’nın tutumuna bakarak onlar ne yaparlarsa yapsınlar, onların yanında yer almamız gerekir, tek başımıza bir şey yapmamız mümkün değildir’. Bir diğeri ise, bölgenin bütününü esas alarak, bölge ülkelerinin hukukunu gözetecek bir işbirliği politikasının savunulması şeklindedir.
Mesele nedir?
Aslında burada ileri sürülen görüşlerin her birinin kendisi içinde bazı sorunları olduğunu bazılarının ise baştan aşağı problemli olduğunu belirtmek gerekir. Barzani yönetiminin referanduma gitmesinin, nasıl bir stratejiye dâhil olduğunu anlamadan ileri sürülen görüşleri tartışmak dahi gereksiz olacaktır. Şunu kesin bir şekilde ortaya koymak lazımdır ki, bugünkü sorun, dünya sisteminin Ortadoğu siyasetinin, onun dayandığı stratejinin bir parçasıdır ve ABD’nin Irak ve Afganistan işgalleriyle başlayan bir politikayı kesintisiz bir biçimde sürdürmesiyle ilgilidir.
Burada Barzani’nin aykırı bir tavır alması (bunu isteseydi dahi) bu stratejiye karşı başka bir alternatifinin olmasına bağlıdır. Bunun anlamı şudur, Barzani yönetimi, teorik olarak kendi varlığını ancak birincisi Irak Merkezi İdaresine karşı; ikincisi PKK/PYD ve Talabani ve diğer muhalif gruplara; üçüncüsü, muhtelif Şia yanlısı örgütlerinin saldırılarına, daha önemlisi başta ABD olmak üzere batının istek ve tehditlere karşı koruyacak, onu iktidarda tutacak bir desteği ve güveni bulduğu takdirde ancak bölgesel parçalama stratejisinin dışına çıkabilir ki bunun teorik olarak bile imkânsızlığı ortadadır.
“Bugün sistemin hedefinde İran yarın Türkiye vardır, bunun tersi de doğrudur. Aslında meselenin bütünü göz önüne getirilirse dünya sisteminin patronajı daha önce de vurgulamaya çalıştığım gibi ‘Doğu-Batı’ çatışmasını Ortadoğu’da uygulamaya sokmuştur ki bu sebepsiz değildir; Ortadoğu bölgesi dün olduğu gibi bugün de ‘Doğu ve Batı’ arasındaki hegemonya mücadelesinin merkezinde yer almaktadır. Ortadoğu’nun merkezinin neresi olduğunu söylemeye gerek var mıdır?”
İran’dan Turan’a
O halde meseleye doğru bakmak gerekir. Konu Barzani’nin ‘çocukluk rüyası ile babasının hayaliyle’ izah edilecek bir mesele değildir. Suriye’de olanlarla, İsrail’le, PKK/PYD, DAEŞ ve FETÖ darbe girişimiyle bütün bu yaşananları daha geniş bir çerçevenin içinde yan yana koyduğumuzda karşımıza bölgenin geleceğini planlayanların çizmek istedikleri ‘tablo’ ya da ‘haritayla’ karşılaşırız.
Meselenin öyle komployla falan açıklanmaya ihtiyacı yoktur. ABD Suriye’yi parçalamak için PKK/PYD ‘yi sadece silahlandırmıyor onu düzenli bir ordu haline getirmek için de eğitim dahil her türlü destekten kaçınmıyor ise, Irak’ın parçalanması yönünde adımlar atılmasını sürpriz saymak mümkün müdür?
“Netice olarak: Bir, duruma rıza göstermek ‘sıramızı bekleyelim’ demektir ki, bu kabul edilemez; burada hedef bölgesel bir aktör değil, bölge ülkelerine dönük ‘saldırı planının’ kendisi olmalıdır. İki, ‘Batı’yla beraber hareket edelim’ demek zaten intihara kalkışmak demek olacağından geriye mücadelenin gerçek ekseninde yeni bir işbirliği zemininde, yeni bir bölgesel ve küresel ittifakla yapılması kalmaktadır. Bu ittifak İran’dan Turan’a kadar uzayacak kapsamlı bir yapı olacaktır.”