Perşembe akşamı Türkçe Olimpiyatları kapanış töreni için TT Arena'ya gittim.
İçeriye girmek çok zor oldu.
Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek ülkenin dört bir yanından akın etmişti.
Çocuğunu ve karısını o küçücük kapıdan ittirerek sokmaya çalışan adam kan ter içinde kalmıştı.
Güvenlik görevlisi 'Aklın varsa girme, hele çocuğunu asla sokma' diye uyarıyor ama dinletemiyordu.
Bir ara duraksadım, ayağımın basılmadık yeri kalmamıştı, 'Acaba dönsem mi?' dedim.
Şöyle bir etrafa baktım, 'oluşum'un önde gelenlerinden bile içeriye giriş yapamayanlar vardı.
Belli ki stadyumun alabileceğinden fazla insan çağrılmıştı.
Güvenlik görevleri isyandaydı.
Böğrüme yediğim dirsek darbesiyle kararımı verdim: Ne olursa olsun gireceğim...
Havalı bir köşe yazarı gibi davranmayı becerememiştim.
Hala 'Yapamadım, imkansızdı'yı kendine yediremeyen muhabirdim ben...
Kapı burnumun ucundaydı ama yüzlerce kişi aynı hedefin peşindeydi.
Yarım saat birbirimizi 'ezdikten' sonra içeriye girdim.
İşin fenası girmem gereken kapıdan değil, yanlış kapıdan girmiştim.
Çaresizliğimi anlayan bir görevlinin himayesinde 100 bin kişinin doldurduğu stadyumu bir uçtan diğerine yürüdüm. Kalabalıkla mücadele halindeyken İstiklal Marşı'nın başlamasıyla saygı duruşuna geçip bekledim.
Sanırım bir saati geçtiğinde yerime ancak ulaşmıştım.
Bitkin, ter içinde ve nefes nefese oturdum.
Kendime geldiğimde fark ettim ki 'herkes' orada.
Herkes kim mi?
Mesela Başbakan ve eşi.
Uzun bir süre sadece onlara baktım.
Başbakan yorgun, çok da zayıflamış.
Emine Erdoğan'ın kıyafetini inceledim. İçimden 'Ah keşke Melis Alphan da burada olsaydı' dedim.
O sırada korumaların ellerinden kurtulup Başbakan'a derdini anlatmak isteyen yaşlı bir kadını fark ettim. Kısa bir süre dinledikten sonra Emine Erdoğan'ın devreye girdiğini ve ısrarlı kadına 'Ben sana nasıl telefonumu vereyim, sen ver, ben söz seni arayacağım' dediğini duydum.
Sonuçta Emine Erdoğan'ın yakın korumasının cep telefonunu numarasını almayı başaran kadın gözden kayboldu.
Tam o sırada Başbakan Erdoğan'ın bir sıra arkasında Adnan Polat'ın oturduğu dikkatimi çekti. Açıkçası 'Ne alaka?' diye düşündüm.
Biraz kötücül tahminlerde bulunmak üzereydim ki Mustafa Sarıgül'ü gördüm, hemen ilerisinde Nimet Çubukçu ve Abdürrahim Albayrak. Albayrak cep telefonuyla ilgileniyordu, 'Acaba Twitter'a mı bakıyor?' dedim.
Çubukçu ise en az benim kadar 'çevre gözlemi' yapıyordu.
Aslında sadece Çubukçu değil neredeyse herkes etrafına bakıyor ve kimler gelmiş onu tespit etmeye çalışıyordu. Yüzlerde 'Bak sen, bu da mı gelmiş?' gibi bir ifade vardı.
Yanımda oturan sivil polisin telsizinden çıkan ses, arada sırada 'ortam inceleme'den vazgeçip biraz önüme dönmem için uyarı yapar gibiydi.
O da olmasa boynum tutulacaktı.
Tam yan locada Yiğit Bulut'u gördüm. Bizi aynı locaya oturtmadıkları için organizasyonu yapanlara içimden minnetlerimi sundum..
Ekrem Dumanlı da oradaydı..
***
O sırada yanıma başörtülü iki genç kadın oturdu. Biraz sohbet ettik. Biri muhafazakar kesimin bir dergisinde röportajlar yapıyormuş, diğeri ise ressammış. Yaptığı bazı resimleri gösterdi, çok beğendim. Daha rahat sohbet edebileceğimiz bir gün buluşmaya karar verdik.
Sanırım, iki yeni arkadaş edindim.
Tam arka sıramda oturan bir kadın dikkatimi çekti. Beyaz hakim yaka ceket ve uzun ipek etek giymişti. Başı açıktı. Uzun zamandır bu kadar şık giyinmiş muhafazakar bir kadın görmemiştim. Çok hafif makyaj yapmıştı. Uzun uzun incelerken göz göze geldik, kendimden utandım.
Badem bıyıklı genç adamlar, sakallı beylerden ziyade benim gözüm 'bizim dünya'dan gelen katılımcılardaydı açıkçası.
Mesela Ozan Doğulu...
Sanırım orada görüp şaşırdığım tek kişi oydu diyebilirim.
Zeynel Abidin Erdem, Baran Süzer gibi iş dünyasının tanınmış isimleri de kalabalığın arasında görebildiklerimdi. Yine 'bizim dünya'dan olup Gülen Cemaati'nin koşulsuz şartsız savunucusu haline gelen bazı meslektaşları da aradı gözlerim ama o kalabalıkta göremedim.
Sonra eve dönünce baktım, yine mesleklerinin getirisi olan 'olay yerinde olmak' ilkesini çiğnemiş ve gelmemişlerdi. Ancak Twitter adreslerinden 'Gitmedim ama olağanüstü bir organizasyon olduğu belli' mesajları yayınlıyorlardı.
***
Gecenin sunucusu Kadir Çöpdemir'di.. Her bulduğu fırsatta Hocaefendi ve Cemaat'e övgüler yağdırdı. Belki kızacak ama 'Herkes, her oluşumdan 'ekmek' çıkartma peşinde' hükmünde bulundum kendisi için... Bir ara Hakan Şükür'ün sağlık sorunu nedeniyle geceye katılamadığı anonsu yapıldı, nedenini anlayamadım.
Ve öğrenciler tek tek sahne almaya başladılar. Stadın ortasında sahne olarak boş bırakılmış alanı çok büyük buldum.
Şarkılarını söylemek için gelen öğrenciler koca alanda minicik kaldılar.
Tören başladıktan sonra ikinci sırada sahneye çıkan Senegalli kıza hayran kaldım. Türkçesi, söylediği 'İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız' şarkısıyla ve renkli kostümüyle gönlümün şampiyonu oldu.
Tam o sırada önümüzdeki haftanın gündemi olacak konuşmayı yapmak üzere Başbakan Erdoğan kürsüye çağrıldı.
Stadyumu kaplayan 100 bin kişinin Başbakan'a saygısı ve hayranlığının çok yüksek olduğunu görmemek, hissetmemek imkansızdı. Neredeyse bir nevi 'tapma' duygusu sözkonusuydu.
Konuşmasına 'Biz din, dil, ırk ve renk ayırmayız. İnsanı severiz ve koşulsuz barış isteriz' diye başlayan Başbakan'ın bu sözlerinin hepimizin hayatına özellikle de 'düşünce farklılıkları'na yansımasını diledim...
Konuşmanın en başından sonuna kadar Fethullah Gülen'e özel mesaj bekledim açıkçası. Başbakan ne zaman 'gurbet' dese 'Hah işte şimdi geliyor' dedim. Birçok yanılmalı tahminin sonucunda 'Dön' çağrısı geldi... Stadyum yıkıldı o an desem, abartmış olmam. Başbakan'ın çağrısı, birçok katılımcıyı ağlatırken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın eşi Özleyiş Hanım'ın da gözlerinin dolmasına neden oldu...