B.
Ali Babacan, geçtiğimiz günlerde bir tivit attı ve bendenize bu yazı hakkında bir ilham verdi.
Babacan şöyle yazmış "Bizim gücümüz, istişare ve ortak akla lafta değil özde sahip çıkmaktı. Hurşit Bey'den (Hurşit Güneş) de davetlerimize katılan diğer hocalarımızdan da ülkemiz için çok katkı aldık. İşte yine 'Ben ben' diyerek değil, birlikte, hep beraber başaracağız."
Sanki konsensüs demokrasisi gibi bir geleneğimiz varmış gibi "hep beraber" vurgusu yapması bana bir buçuk sene önce yazdığım bir yazıyı hatırlattı. Aynı meseleyi farklı bir dil ile anlatmaktansa aynı yazıyı iktibas etmek istedim. Alakanıza sunayım:
Fransız tarihçi Jacques Le Goff, bir başka Fransız tarihçi Yves Renouard'tan iktibas ile İtalyan şehir devletlerinin ortaya çıkışını tarif eder:
Şehrin aristokratları, bölgede hüküm süren iradeyi alaşağı edebilmek için bir ittifak kurarlar. İktidar, bu çok bileşenli ittifak tarafından devrilir ve aristokratlar komünü idareyi ele alır. Ancak bu devrim şehre huzur getirmez; aksine aristokratlar komünü içinde giderek derinleşen bir hizipleşme süreci yaşanır.
Hizipleşme zamanla bir hizip kavgasına dönüşür. İttifakın bileşenleri birbiriyle kıyasıya dövüşür ve kuvvetleri birbirine hemen hemen denk olan hizipler arasındaki savaş bir türlü bitmek bilmez. Bunun üzerine sorunu çözmek için dışarıdan bir güce başvurulur. Podesta adı verilen bir vekil harç sınırlı yetkilerle başa geçirilir. Podesta'nın en önemli özelliği ittifaka ait yerel bir irade olmamasıdır, dışarıdan bir kimsedir. Bu sebeple hizip çatışması esnasında geçici süre iktidara getirilmesine herkes kerhen razı olur.
Elbette kısa süreli bir huzur yaşanır. Neticede iktidar son kertede en zengin ve dış bağlantıları itibarıyla en fazla destek alan tüccar grubu yahut aristokrat hizbin eline geçer. Dolayısıyla feodal bir beyden, bir konttan yahut bir prensten kurtulduğunu zanneden ve idareyi hep birlikte ele alacağını zanneden şehrin aristokratları, büyük bir sükût-u hayale uğrar ve şimdiye kadar görmedikleri nispette hırslı bir tiranın idaresi altında yaşamak zorunda kalırlar. İktidar bir şekilde en meşru olana değil en varlıklı olana geçerdi. İktidarı devirebilmek için ittifaka dâhil edilen pek çok aristokrat bu dönüşümün sonucunda eski vaziyetinden bin beter bir mahrumiyet içerisinde bulurdu kendisini.
Millet İttifakı'nın sürekli olarak Ali Babacan-Ahmet Davutoğlu ile geliştirdiği hamleler bana bunu hatırlattı. Zira kurulmuş olan ittifak bir Erdoğan'ı devirme ittifakı. Akabinde olması muhtemel şeyden ise çekiniyorlar, çünkü aynı İtalyan şehir devletlerinde yaşanmış olduğu gibi "ben devirdim" diyen çeşitli odaklardan müteşekkil hizipler arasında yaşanacak çıkar savaşı olacağını öngörmek için yeterli sebepleri var.
Ankara ve İstanbul'daki belediye değişikliği sonrası ellerinde alacaklı senedi ile kapıya dayanan ittifak bileşenleri, büyük projeksiyonda neler olacağının örneklerini ortaya koydu. Daha sert çıkar çatışmaları yaşanacağını öngörebilmek için kâhin yahut dâhi olmaya gerek yok. Aksine, birazcık tarih bilmek, azıcık da teoriden ve şuurdan nasipdâr olmak kâfi. İşte bu noktada Ali Babacan'a yahut b planı olarak Ahmet Davutoğlu'na biçilen rol Orta Çağ'dan kalma bir podesta rolü. İttifakın doğal ortakları olmamaları ve sosyolojik bir arka planlarının bulunmaması, hem Babacan'ın hem de Davutoğlu'nun bu rol için biçilmiş kaftan olmasını sağlıyor.
Kendilerinin de böylesi bir role ihtiyaçları olduğu aşikâr; zira siyaseten var olabilmek için iri-ufak, başrol-figüran demeden senaryo içinde yer edinmeye bakıyorlar. Davutoğlu'nun hal-i hazırda potansiyeli kendisinden kaynaklanmayan bir iktidara sahip olma pratiği var zaten. Davutoğlu'nun halen Erdoğan'ın, kendisini paralayarak arkasını topladığı kasım seçimlerinin gururunu yaşıyor olması bunu gösteriyor. Burada a planı olan Babacan'ın da, b planı Davutoğlu'nun da unutmaması gereken şey, her podestanın bir geçiş süreci formülü olduğu ve neticede sepetlenerek yerini iktidara asıl gelmesi arzulanan hizbe bırakacağı gerçeğidir.
Bu bakımdan her iki sabık AK Partili siyasinin de karar vermesi gereken şey, bu muvakkat ve üç günlük podestalık hevesine gerçekten kapılıp kapılmayacakları sorusudur. Zaten bataklık zemin üzerine kurulmuş olan bu ittifakın bir şekilde içinde yer almak ve alınması muhtemel yüzde bir buçuk oy potansiyeli ile podestalık rolünü oynamak, yani sandıkta karşılığı olmayan bir iktidar nimetine kavuşmak, öyle tahmin ediyorum ki her iki ismin de rüyalarını süslüyordur. Unuttukları ve asıl hatırlamaları gereken şey ise her podestanın iktidarının kelebek ömrü kadar olacağıdır.