AK Parti’nin seçim beyannamesi ortaya çıkmadan önce sarf edilen bir sözü hatırlayalım: “Topluma sistem dayatılıyor!”
Muhtemelen beyannamenin açıklanmasından sonra da aynı sözler sarf edilmeye devam edecek. Bu bir kesimin demokratik anayasal düzen talebine karşı verdiği jenerik bir tepki.
Bu kesimin ne olduğu malum. Yüz yıldır bu ülkenin ekonomik, kültürel ve siyasal iktidarını ellerinde bulunduran bir sınıftan söz ediyoruz.
Ve bu sınıfın yarattığı illüzyonlardan...
İllüzyonun birincisi, sanki Türkiye’de bir sistem yokmuş ve ilk defa AK Parti bir sistem hazırlıyor ve onlara dayatıyormuş illüzyonu... Böyle olursa elbette bir zorlamadan söz etme imkanı olur. İlk defa siyasallaşma imkanı elde etmiş bir toplum, siyasal topluma dönüşmeye, yani devletleşme kararı verdiğinde, önce bir sistem kurar. İşte bu sistem eğer sadece bir siyasal görüşün tek taraflı tercihlerine göre üretiliyor, toplumun bir veya birkaç kesimini dışarıda tutuyorsa ve silah zoruyla dayatılıyorsa, zorlamadan söz etmek elbette yanlış olmaz.
Türkiye’de böyle bir durumdan söz edilemeyeceği açık.
İkinci illüzyon demokratik bir sistemde yaşıyormuş ve AK Parti antidemokratik bir sistemi topuma dayatıyormuş illüzyonu...
Bu ikinci illüzyon bir inanca dönüşmüş durumda. Türkiye’de muhalif medyanın neredeyse tamamı, Türkiye’nin insan hakları, demokrasi, hukuk devleti, ekonomi, kalkınma vs. her konuda geriye gittiğini dile getiriyor.
Bunun bir inanç haline gelmesi boşuna değil. Söz konusu sınıf bunu böyle hissediyor. Zira onlar bakımından son 15 yıl bir iktidar kaybı dönemidir. Ayrıcalıklar kayboldu. Daha doğrusu bu kesim diğerleriyle eşitlenmeyi hazmedemedi. Ekonomik olarak 15 yıl öncesine göre 5-10 kat daha iyi noktada olmalarına rağmen, iktidar kaybı nedeniyle ontolojik bir kriz ile karşı karşıyalar. Kendileriyle ötekiler arasındaki sınıf farkı kapandıkça, Türkiye’nin geriye gittiğini varsayıyorlar. Toplumun çoğunluğunun onların düzeyine ulaşmış olmasının “ilerleme” boyutunu görmek yerine, kendilerinden “geri” kabul ettikleriyle aynı düzlemde buluşuyor olmayı, “geriye gidiş” olarak hissediyorlar.
Elbette bu kesim için psikolojik olarak “eski güzel sistem” yerine “meçhul” bir sistemin zorla dayatılmasından söz edilebilir.
Peki gerçeklik bize ne diyor?
Tek parti diktatörlüğü ile darbeci yapıların Türkiye’ye dayattıkları bir sistemde yaşamaya devam ediyoruz.
1921 Anayasası dışındaki tüm anayasal sistemler böyle. Zira sadece bu anayasa toplum sözleşmesi mahiyetindeydi ve sadece bu anayasa milletin katılımı ve onayıyla yapılmıştı.
Ancak sonrasında, özellikle 27 Mayıs’tan beri bize dayatılan bir anayasal düzende yaşamak zorunda bırakılmış durumdayız. Bu sistem, kendinin değişimini “demokratik” bir bariyer ile koruyor. Onu aşma iddiasındaki her siyasi hareket, dünyanın en demokrat, uzlaşmacı, müzakereci, toleranslı hareketi olma mecburiyetinde. Faşizan özelliklere sahip bu sistemin meşruluğunu tartışma yerine, bunu değiştirme iddiasındakilerin kusursuz demokrat olup olmadığı tartışılıyor.
Hukukun temel ilkelerinden biri şöyle der: Kişi kendi kusuruna dayanarak hak iddia edemez.
Topluma zorla dayatılmış ve on yıllardır dayatılmaya devam edilen bir sistemi savunanlar, demokratik bir anayasal düzen talebi ve gayretini “zorlama” veya “dayatma” olarak nitelendirme hakkına sahip değildir.
Faşizan ve darbeci anayasal düzen, kendisi gibi faşizan ve darbeci ikinci bir düzenden dahi üstün değil iken, demokratik bir düzen talebi karşısında, ahlaki bir üstünlüğü varmış gibi bir siyasal algı üretmek isteyebilir. Ama buna geçerlilik tanımak Türkiye’ye karşı bir saygısızlığın ifadesi olur.
Hapisten kurtulmak bir zorlama değil, dayatmaya son verme ameliyesidir.
AK Parti’nin seçim beyannamesi ve 2023 sözleşmesi ise hapishaneden kurtulma sonrası bir inşanın yol haritası mahiyetindedir.
Zaman, kolları sıvama ve elbirliğiyle demokratik Türkiye’yi inşa zamanıdır.