Geçen gün İsmet Berkan, Hürriyet'te askerle polisin farkına değinen bir yazı yazdı ve çok basit bir gerçeği hatırlattı: 'Askerin düşmanı olur, polisin olmaz.' Ancak buna rağmen 12 Eylül sonrası yapılan en büyük yanlışlardan birinin Polis Akademisi dahil polis okullarında 'düşman' konseptinin yerleştirilmesi olduğunu vurguladı.
'Vatandaşı polisin düşmanı değildir' diyor Berkan. Bence bu cümleyi bütün polis adaylarına ezberletsinler. Zira her zaman olduğu gibi polisin en büyük problemi kendi vatandaşına hoyratça davranması.
Sebahat Tuncel'i ister sevin, ister sevmeyin. Görüşlerine ister katılın, ister katılmayın. Ama sonuçta o bu ülkenin bir kesiminin oylarıyla seçilmiş, o kesimi Meclis'te temsil etme görevi verilmiş bir milletvekili.
Şırnak'ın Silopi ilçesindeki newroz kutlamalarında yarım saat tazyikli su ve gaz bombasına maruz kaldı. Polise 'tokat attığı' (bence tam tokat değil, kontrolsüzce üzerine yürüme daha çok) o görüntüleri dikkatle izledim: Ajite olmuş, sinirleri boşalmış, kontrolünü kaybetmiş bir hali vardı. Belli ki kışkırtılmış, bir patlama anı yaşıyor. Eminim, o sırada ne yaptığının kendisi de farkında değil.
Siz olsanız ne yapardınız?
Yıllardır sizi ötekileştiren bir devletin, bu politikayı aynen uygulayan polisinin baskısı karşısında ne kadar hakim olabilirdiniz sinirlerinize?
Bir olay da Van'dan... Bir başka BDP'li, Van Milletvekili Özdal Üçer de miting meydanına gitmek üzereyken polis tarafından durduruluyor, üzeri aranmak istiyor. Milletvekili olduğunu söylüyor, polis bana mısın demiyor. Bunun üzerinde Üçer tepkisini bir sivil itaatsizlik eylemiyle ortaya koyuyor, polisin şapkasını alıyor.
Yine bu newrozda Şanlıurfa'da konuşma yapacak olan BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Başkan Yardımcısı Meral Danış ve başka BDP'liler durduruluyor. Üzerleri aranmak isteniyor. Polis, Demirtaş'ı tanımıyor - gerekçe bu. Böyle bir gerekçe olabilir mi?
Polisle BDP'lilerin bu kadar karşı karşıya gelmeleri tesadüf değil herhalde. Belli ki sistematik bir şeyler dönüyor, bir karar alınmış. Buna bir de polisin içselleştirdiği Kürt düşmanlığını ekleyin. Polisin bilinçaltına BDP'lileri düşman olarak kazınmış bir kere... Ülkücü gençlerin polis olmaya özenmelerinin, Cemaat'in altın neslinin meyvelerini alıyoruz işte.
BDP'nin politikası, PKK'yla yakınlığı ayrı bir konu, bunu tartışmıyoruz.
Bu yapılanlar, Türkiye'de öyle ya da böyle meşru bir siyasi partiye polisin 'düşmanlaştırılması'ndaki sakatlıktır. BDP'lilerin tavırlarını eleştirebiliriz; diğer yandan da onları böyle davranmaya neyin ittiğini de sorgulamak zorundayız.
Türkiye, son zamanlarda iyiden iyiye bir polis devletine dönüştü. Başbakan'ın 'Polis rejimin güvencesidir' sözleri de polise haddinden fazla iktidar alanı tanıdı. Ve ne yazık ki Türk polisi artık kendi vatandaşını korumak yerine Stasi'leşmeye başladı: Dinlemeler, sızdırmalar, baskınlar, tavırlar...
Neredeyse korunacak ve korunmayacak vatandaşlar olarak ikiye ayrılmaya başlandık.
Söyleyin ne olur, bir AKP milletvekilinin üzerini aramaya kalkışabilir miydi polis?
Polisin çifte standardı her yerde karşımıza çıkıyor. Artık karakola gidemez hale geldik; ben başıma bir şey gelmesindense polisten yardım istemeye çekinir hale geldim. Hele birazcık adınız duyulduysa, güvenlik için sığındığınız polis sizi itibarsızlaştırmaktan, rezil etmeye çalışmaktan, hakkınızdaki bilgileri sızdırmaktan hiç çekinmiyor: Kerem Altan olayında da bunu yaşamadık mı?
Sebahat Tuncel'in içinde bulunduğu ruh haline rağmen yaptığını tasvip etmeyelim tabii. Devlete el kaldırılmaz diyelim, kınayalım.
Ama bu tokat bir polis memuruna atılmamıştır. Bu tokat polis devletine atılmıştır; kendini vatandaşın üzerinde gören, gücünü kontrolsüzce kullanan polis devletine. İçselleştirdiğimiz, hiçbir şekilde kabul etmediğimiz ama böyle anlarda ortaya çıkan Kürt düşmanlığına atılmıştır. Ötekileştirme merakımıza, kolay nefretimize, bu ülkenin kirli geçmişine, bu düzenin çarpıklıklarına, bunları çözmek istemeyişimize...
Bir de bu açıdan bakın.
İslamcı-liberal ittifakı çatladı
Türkiye'de belli dönemlerde bazı kırılmalar yaşanır... Koalisyon güçlerinin Libya'ya müdahalesi de bu kırılma anlarından biri.
AKP'ye destek konusunda müthiş bir ittifak sağlayan İslamcı yazarlarla Türk liberalleri şimdi yol ayrımına girdi.
Bir yanda Libya'ya müdahaleye haklı ve insani gerekçelerle karşı çıkan İslamcı yazarlar. Diğer yanda da her koşul ve şartta Amerika'nın çıkarlarını savunan, Amerika ne derse bunu yaymak için köşelerini kullanan ve bu misyonları böylesi kriz zamanlarında çıkan liberal yazarlar.
Kuzey Irak'a müdahale konusunda da onlar sahneye çıkmıştı. Türkiye'yi kanlı bir savaşın içine sürüklemek istiyorlardı. Şimdi yine 'Batı'nın yanında yer almalıdır' diyerek görevlerini yapıyorlar.
Bu gazetecilerin en büyük özelliği kendilerini yabancıların kullanımına gönüllü açmalarıdır. Büyükelçilik, konsolosluk davetlerinde hep onlar ön sıradadır. Yabancı gazetecilerle ilk onlar temas kurar. Bazıları burs alıp Amerika'da eğitim görür. WikiLeaks belgelerinde onların adları XXX olarak geçer. Avrupa Birliği'nden para alıp makale yazarlar. Evlerinde onları ağırlarlar. Açın bakın Karen Fogg'un yazışmalarına, onları göreceksiniz.
Kısacası, olağan şüpheliler.
Ve yine devredeler.
Bir de Barney'den dinleyin
Eğer hemen arkasından bir randevum olmasa, salondan çıkar çıkmaz bir sonraki seansa girecektim 'Benim Hikayem'i yeniden izlemek için. O kadar beğendim... Bir kez daha izleyip, bu sefer diyaloglara, kıyafetlere, dekora, kaçırdığım ayrıntılara odaklanayım istiyordum. Bir de, tekrar izlediğimde aynı hissi verecek mi, yine su gibi akacak mı diye.
Ayrıca öyle çok ince uğraşılmış ayrıntı var ki filmde...
Trende kadının elinde tuttuğu 'Herzog' baskısının kapağı... 70'li yılların, 80'lerin, 90'ların değişen evleri, kıyafetleri, alışkanlıkları...
Filmin içinde Kanada sinemasının ünlüleri de serpiştirilmiş. Bir bakıyorsunuz Denys Arcand, birden David Cronenberg ve Atom Egoyan küçük rollerde karşınıza çıkıyor.
Paul Giamatti elinden hiç düşürmediği purosuyla bohem bir gençlikten kötü bir yaşlılığa adım atan Barney. Zaten bu film de yıllar içinde yaşananların Barney'in hatırladığı şekli.
Çok ama çok güzel bir film. Çok naif bir kere. Hiçbir iddiası yok, bir hikayeyi baştan sonra anlatmak dışında.
Filtreleri, kamera kullanımı, ışıklar olağanüstü. Roma'da yenen yemekler, evler, açılan şaraplarla bir Ferzan Özpetek şölenini andırıyor önce, ardından diyaloglar, bazı espriler, filmin genel tonunda Woody Allen'ın eskilerini görüyorsunuz. Bundan güzel bir karışım olabilir mi?
Küçük sürprizler, bazen gözyaşları, tesadüfler... Her şey yerli yerinde, her şey dozunda kullanılmış. Hayat nasılsa, film de öyle. Ne eksik ne fazla. Ne abartılı ne minimal. Olduğu gibi. Belki de bu yüzden çok güzel.
Kırk yılın başında böyle bir film geliyor da insan koyup koyup tekrar izlemek istiyor işte...
Filmi yeniden izleyeceğim, bir de Mordechai Richler'ın aynı adlı romanını bir ara okuyacağım.