Son zamanlarda günün ilk ışıklarıyla yatağa yatıyorum, uyumadan önce 20 dakikalık bir 'Parks and Recreation' bölümü izliyorum ve aynı gün öğleden sonraya doğru uyanıyorum. Kısa bir süredir geçici alışkanlıklar geliştirdim; bunlardan biri uyku saatlerimin tamamen altüst olması.
Diğerleri telefonun sesini kısmak. Böylece sabahleyin beni uyandıran aramaların hepsi kabarık bir cevapsız aramalar listesine ekleniyor. Eve gazete almayı da kestim. Daha evvel sabah kalkar kalkmaz ilk işim kapının önündeki gazete yığınını taramak, böylece güne başlamaktı. Geç uyandığım için Ayşenur Arslan'ın programını da kaçırıyorum, bu yüzden de medya gündeminden uzak kalıyorum. Ve koca bir boş güne uyanıyorum.
Bir de sosyal medyayı azalttım. Twitter'a ve Facebook'a günde bir kere bakıyorum, o da sırf 'Ne var ne yok' diye anlamak için. İnanın dürüstüm bu konuda.
Peki ne yapıyorum?
Çalışmaya çalışıyorum. Durumum tam anlamıyla bu. Hava kararana kadar pek bir şey yapamıyorum gerçi; tıpkı üniversite yıllarımdaki yarasa öğrenci gibiyim.
Hava kararınca 10 kaplan gücündeyim ama. Geçenlerde hesap ettim aşağı yukarı sekiz-dokuz saatimi bilgisayar başında geçirmişim; üstelik tamamen işime konsantre olarak, okuyup yazarak.
Arada kaçamak telefonları yaptığımı gizleyemem ama. Bir haftada iki akşam yemeğine çıktım, onun dışında hep evdeydim. Ama işi kaytarmak için fena halde sardığım 'Parks and Recreation'dan gün içinde bir (hatta iki bölüm üst üste) izlediğim oluyor; bu dizi kendisine fena halde bağımlı yaptı beni, olur olmaz her espriye kahkahalarla gülüyorum.
***
Yazılarıma ara vermek istediğimde Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya'ya gerekçemi anlattım. 'Çok iyi ama keşke aksatmasan' dedi. Aksatmak istemediğimi ama kendimi her şeyden soyutlayıp eve kapanmaya gerçekten ihtiyacım olduğunu söyleyerek zar zor ikna ettim. Çünkü çok kolay dikkati dağılan ve yoldan çıkan biriyim. Neyse ki İsmail Küçükkaya anlayışlı bir yönetici.
Ama medyadaki herkes bu kadar anlayışlı değil.
Yazılarıma 'bir proje üzerine çalışmak için' ara verdiğimi yazdığım gün Hıncal Uluç'tan bir telefon aldım. Beni iyi bir haşladı telefonda. Ne dediysem de ikna edemedim. 'Kitap iznindeyim, Batı'da da gazeteciler böyle izinlere çıkarlar zaman zaman, en kısa zamanda bitirip döneceğim' dedim ama hiç anlayışlı davranmadı. Hiçbir açıklamam karşılık bulmadı onda.
'Kitabını yaz, ama senin sorumluluğun okuruna karşı, gerekirse köşeni küçült ama yazılarını aksatma' diye uyarıldım. Hıncal Abi'yle her konuşmadan insan mutlaka haksız ayrılıyor ama illa ki söylediği bir şey insanın aklına takılıyor, beynini kemiriyor, bir şekilde doğru söylediğine ikna oluyorsunuz. İnsanın canını sıkacak kadar haklı ve doğru söylüyor.
Bir de onun öfkesini üzerime çekmektense dediğini yaparım, daha kolay!
***
Bir süredir üzerinde çalıştığım bir kitap var.
Bu dönemi, bu dönemin medyasını anlatan. Hiçbir işe yaramazsa bile en azından tarihe not olarak kalsın ve kayda geçsin diye. Yazının kalmak gibi kötü bir huyu vardır.
Bugünlerde işte bu kitabı tamamlamak üzereyim.
Bakalım, belki sahiden Hıncal Abi'nin dediği gibi iki işi bir arada götürebilirim. Kitap yazmak da keyifli ama bir de yaşayan bilir, gazete yazarlığı virüs gibi. İnsanın kanına girdi mi kurtulması çok zor oluyor. Hayata hep 'köşe malzemesi' olarak bakmaya başlıyorsunuz; mesleki deformasyon diyorlar ama bence iyi bir şey. İnsanı canlı ve diri tutuyor.
Kitap üzerine çalışırken tabii ki yazamayan, köşesinden olan yazarları da bir kez daha hatırladım. Bir hafta izinde bile yazmayı özlerken, onların kendi işini yapamamasından duydukları mahrumiyeti bir kez daha hissettim.
O yüzden de hazır fırsat ve imkan varken yazmaya devam etmek en iyisi galiba.
Demeç çetesi çöktü
Çok uzun zamandır Ankara gazeteciliği demeç çetesinin terörü altındaydı. Gazetelerde bütün haberler kaynağın söylemesine izin verdiği kadardı; bu yüzden de siyasi gezilerden özel haber beklemeyi unutur hale gelmiştik.
Her gazetede yayımlanan bir toplu fotoğrafla beraber, ortak soru cevaplarla oluşan benzer haberler...
Bu çarkı Çiğdem Toker kırdı. Akşam'ın Ankara Temsilcisi Toker özlediğimiz, hasretle andığımız 'eski tip' bir gazetecilik yaptı. Daha doğrusu bu işin köküne döndü: Fırsat buldu, soru sordu, cevap aldı ve manşeti patlattı.
Şimdi herkes Başbakan'ın 'İki partili sistem istiyorum' sözünü tartışıyor. Bu gazetenin çalışanları olarak bize de Çiğdem'i alkışlamak, onunla gurur duymak düşüyor.
Şimdi göreceksiniz, Ankara gazetecileri arasında yeniden 'özel haber' yarışı başlayacak. Hepsi birbirini atlatmak için yarışıp duracak. Alışıldık toplu fotoğraf, toplu soru cevap hiç kimseyi kesmeyecek. Renkli, verimli bir dönemin kapısı aralandı.
Ama tabii demeç çetesinin dağılmasıyla ilgili bazı kaygılarım da yok değil.
Zira herkes özel haber almayı beceremeyecek; bu biraz da doğal bir yetenek ya... Başaramayanlar da 'Biz kendi aramızda ne güzel düzen kurmuştuk, neden bu çark bozuldu ki' diye basını yine geri çekmeye çalışacaklar.
Neyse ki Çiğdem Toker gibi onlara tur bindirmeye devam edecek gazeteciler var!
Bu film bir milyonu geçer
- 'Aşk Tesadüfleri Sever' genç kızların, genç erkeklerin, televizyon dizilerini gerçekmiş gibi izleyen insan grubunun çok ilgisini çekecek. Peki rekor kırar mı, yeni bir 'Issız Adam' olur mu? Göreceğiz.
- Her anlamıyla bir Yeşilçam filmi. Bir Yeşilçam filminde karakterlerin başına gelebilecek her şey 'Aşk Tesadüfleri Sever'in iki ana karakteri Deniz ve Özgür'ün de başına geliyor: Trafik canavarından (bisiklet kazası bile var) tutun da kalbin ritim bozukluğuna kadar. Bir ara esas oğlan ya da esas kızın kör olup gözlerinin açılacağını bile düşündüm... Ama Türkiye bu tadı seviyor; Yeşilçam'ı özledik.
- Bol mendille gidin, ihtiyacınız olacak. Garantili ağlatma formülleri büyük ustalıkla serpiştirilmiş.
- Belçim Bilgin çok iyi bir oyuncuymuş meğerse. Çok sempatik, hiç kasmıyor, yapmacık değil, 'büyük' oynamıyor, karakterine de çok iyi oturmuş. Sadece 'yakınlaşma' sahnelerinde biraz korkak ve çekingen gibi geldi bana.
- Film tutkulu bir aşkı anlatıyor ama tam da Bülent Arınç'ın hoşuna gidebilecek bir masumiyetle: Hayat seksten ibaret değildir! Filmin bir buçuk saatine kadar iki karakter arasında 'yakınlaşma' namına hiçbir şey görmüyoruz. Gördüğümüz de tutkudan, ateşli bir aşktan çok uzak.
- Ömer Faruk Sorak, daha evvel başka filmlerinden de alışık olduğumuz gibi kamerasını çok iyi kullanan, görsele çok hakim bir yönetmen. Bu yüzden Ankara bile güzel gözüküyor.
- 'Esas kızın' sırtına yük olmuş sevgilisi rolünde oynayan Yiğit Özşener belirdiği az sayıdaki sahnede bütün şovun hakimi oluyor. Ekranı dolduran, domine eden ve kendini izlettiren bir hali var. Küçük bir rolde bile harikalar yaratıyor.
- 'Biz bu filmi bir yerden hatırlıyoruz' hissi: Evet, fena halde 'Jeux d'enfants.' Hani 'Cesaretin var mı aşka' adıyla oynayan Fransız filmi; teneke kutusuna kadar bu kadar benzerlik şaşırtıcı.