Türkiye'de belli dönemlerde belli siyasi akımlar entelektüeller arasında moda olur. Ne zaman ki toplumsal hassasiyet bir meselenin tam karşısında yer alır, entelektüeller o davayı sahiplenir. Entelektüel için sağduyu karşıtlığı bir görev, her zaman tercih edilmesi gereken bir pozisyondur.
Yakın tarihte Kürt meselesini sahiplenmek iki ayrı dönemde moda oldu.
80'li yıllarda bir kesim sosyalist aydın PKK ve Abdullah Öcalan'la diyaloğa girdi. Onların niyeti Türkiye'de sosyalist bir devrim yapmaktı ve Marksist-Leninist bir örgütlenme olarak gördükleri PKK'yla da işbirliğine girmeyi denediler. Öcalan'ın büyük bir fikir adamı olarak bugünkü liberallerin o günkü solcu dergilerine kapak olduğu yıllar...
Neredeyse bir Avrupalı romantik gibi 'özgürlük savaşçısı' noktasında bakıldı Öcalan'a.
Ancak kısa süre sonra PKK'nın sosyalizmle uzaktan yakından ilgisi olmadığı anlaşılıp, amaçlarının etnik kökene dayalı siyaset olduğunun ayırdına varılınca yollar ayrıldı.
PKK kendisine o zamanlar meşruiyet sağlayabilecek, hakikaten de örgütü siyasi mücadele noktasına getirebilecek bu entelektüel desteği yanlış politikaları, terör ve milliyetçi politikalarıyla yok etti.
Dahası, Güneydoğu'daki terör toplumda öylesine büyük yaralar açtı ki o günden bugüne hiç kimse PKK'yla adının yan yana anılmasını kaldıramadı. Bu iş ancak birkaç Avrupalı parlamentere, Madame Mitterrand'a falan kaldı. MHP'li bakanların o parlamenterleri Türkiye'de nasıl seksist ifadelerle karşıladıkları arşivlerde yazılıdır.
Ama 'retro' lafı da boşuna çıkmasın...
Kürtçülük geçtiğimiz yıllarda yeniden moda oldu işte.
Kürt açılımını başlatan hükümet dokuz yıllık iktidarları boyunca en dramatik hatayı Habur'dan PKK'lıların bayram havasında geçmesinde yaptı. Habur'da bir şeyler yanlış gitti; bir şeyler yanlış hesaplanmıştı belli ki. Bu yüzden de terörle mücadelede acilen açılım çizgisinden vazgeçildi, 12 Haziran seçimleri öncesi sertleşen ton da malum.
Ama açılım entelektüel bir modanın yeniden dirilmesine, Retro-Kürt hareketinin yine yaygınlaşmasına vesile oldu. Kendisi Kürt bile olmayan Sırrı Süreyya Önder gibi isimlerin yıldızı parladı. Gazeteler Kürtçe başlıklarla, Kürtçe yazılarla çıktı. Kürtlere yönelik aşırı romantik yaklaşımlar yeniden ivme kazandı, Kürtçülük birden entelektüeller arasında gözde oldu.
Modaların belli sloganları olur, 'Barış' kelimesi de tıpkı 90'larda kullanıla kullanıla kaybettiği anlamına rağmen yeniden tedavüle sokuldu. Tabii ki bir derinlikten yoksun: Radikal gazetesinin 'Savaşma seviş' türü içi boş imza kampanyası bu modaya en yerinde örnek.
Yine de bu modanın bir şekilde hayırlı sonuçları olduğu da inkar edilemez. En azından normalleşme, kabullenme, karşı tarafı anlama, düşmanlığın ötesinde bakma açısında bir adımdı. İyi niyetli bir girişimdi...
Ancak bu moda beklenmedik bir şekilde bir anda bitti, bıçak gibi kesildi.
Tıpkı 80'li yıllarda olduğu gibi silah bir kez daha entelektüelleri susturdu, sindirdi. Daha yakın zamana kadar Kürt meselesinin bayraktarlığını yapanların sesi çıkmıyor artık. Nasıl çıksın ki? Onca tehdit, onca sindirme çabası bir yana, silahlar konuşurken en aykırı duruş bile artık aynı fotoğraf karesine girmez.
Birkaç gün önce BDP'liler Diyarbakır'a farklı kesimlerden gazetecileri davet ederek kendilerini anlattılar, bir anlamda kopan ilişkileri yeniden rayına oturtmak için. Silahlara başvuran PKK'dan (ya da TAK veya artık silahlı kanadının adı her neyse) çok daha zeki ve akla yatkın oldukları ortada.
Bu iyi niyetli girişim böyle bir ortamda 'kozmetik' olmaktan öteye gidebilir mi peki? Ne yazık ki, PKK geçmişte yaptığı aynı hatayı yaptı silahların gölgesini diyaloğa doğrulttu.
Keşke, BDP gazetecilerden önce örgütü ikna etmek için masaya otursaydı.
twitter.com/orayegin
facebook.com/oryegn
Bir deli kuyuya taş atmış...
Türk basını da bu taşı çıkartmak için uğraşıp duruyor. Bir süredir gazetelerin Yalçın Küçük'ün etrafına ördüğü haberlere bakıyorum. İki tepki veriyorum: Önce gülüyorum, sonra dehşete düşüyorum.
İlk tepkimin nedeni Yalçın Küçük'ü tanıyor olmam. Zehir gibi bir zekası vardır, çok ilginç şeyler görür, farklı bakar. Ama çok da abartır. Söylediklerinin yüzde 90'ını elekten geçirmek şarttır, çünkü çoğu palavradır. Kitapları gibi: Bin sayfa yazar ama hızlıca okunur, çünkü elersiniz. Ama ona 20 sayfada söylenecek şeyleri bin sayfa yazdıran da ego'sudur. Aynı ego ona Türkiye'yi yönettiği hissini verir.
Ama eğer Yalçın Küçük'ü tanıyorsanız neyi neden söylediğini bilirsiniz, gülersiniz. Büyüklük hastalığıdır onunki: Kendisini dev aynasında görmek, kendi yarattığı sanal dünyaya kapılmak. Eğer bunları bilirseniz onunla arkadaşlık da tıpkı sit-com izlemek gibi çok keyiflidir; çünkü insanı bol bol güldürür.
Ancak bu haberleri okuyunca da dehşete düşmemin nedeni Yalçın Küçük'ün galiba hiç tanınmıyor oluşu. Savcılar ciddiye alıyor, gazeteler de üzerine atlıyor. Orhan Pamuk 'Ben romanlarımı hep gülerek yazdım, hiç böyle okunmadıklarını fark ettim' diyordu. Tam da böyle...
Yalçın Küçük haberlerinde bir egomanyak portresinden başka 'haber' yok.
Nasıl olur da sözleri ciddiye alınır, anlamıyorum. Nasıl 'Kemal Kılıçdaroğlu'na söylüyorum, o süslüyor' ya da 'Devlet Bahçeli'yi arayıp tebrik edeceğim' lafının üzerine atlanır, buradan büyük teoriler inşa edilir?
İşin ilginci, içi boş haberlerin üzerine büyük teori inşa etmek bir Yalçın Küçük yöntemidir. Görüyorum ki bu komplocu kafa epey yer etmiş kendisine basında...
Peki Yalçın Küçük'le Yalçın Küçük olunur mu hiç?
Konuşturmak kriterse...
Bir şeyi nasıl yaptığındansa nasıl sunduğun önemlidir...
Ufuk Güldemir'den hatırladığım en önemli mesleki derslerden biri bu oldu... En güzel yazı kötü bir editörün elinde yok olmaya mahkumdur... En uyduruk haber yazıişleri masasında harikalar yaratan bir ustanın elinde günlerce konuşulur, günlerce tartışılır...
Bu meslekteki başarı ölçüsü kendinden konuşturmaktır demiyor muydu Hıncal Abi?
Hürriyet'in pazar günü başlattığı '4 Yüz' projesinin hayal kırıklığı yarattığını, hevesinin kursağında kaldığını söylüyor.
Hadi tartışmayı başka bir yere çekelim: 'İçerik' mi önemli 'sunum' mu?
Eğer konuşturmaksa Hürriyet bunu başardı, çoktandır başaramıyordu bunu, ama günlerdir '4 Yüz' üzerine herkes bir şeyler söylüyor. Enis Berberoğlu'nun ciddiyeti, Ertuğrul Özkök'ün kıyafeti, Sedat Ergin'in oyunculuğu, Ahmet Hakan'a kazık atılıp atılmadığı...
Konuşuluyor işte...
Bunlar da konuşulmasa, bunlar da olmasa biz bu gazeteleri nasıl satacağız?