İzmirli doktor Figen Gürsoy, yüzyıllar öncesinin ‘yüksek’ sanatı ‘minyatür’e gönül veren az kişiden biri. Öğrenciliğinde tanıştığı minyatürün sanatçısı olabilmek için emekliliğini beklemiş. “Minyatürün bana duyumsattıklarını, şifalı bir ruhsal besin olarak herkese öneririm” diyen Gürsoy ile konuştuk ve bu şifalı sanatın tarihine baktık.
“BEN bir ağacın kendisi değil, mânâsı olmak istiyorum” demişti Orhan Pamuk’un roman kahramanı nakkaş… Pamuk, ‘Benim Adım Kırmızı’ adlı romanı yazıncaya kadar, Topkapı Sarayı’nın hemen yakınındaki Nakkaşhane’den, bu muhteşem sanatı yaşatan ve ona gönül verenler dışında, kimseciklerin haberi yoktu. Sonra İlber Ortaylı Hoca’dan öğrendik, Tarihi Yarımada’daki pek meşhur bir otelin bahçesindeymiş meğer Osmanlı Nakkaşhanesi… Orhan Pamuk’un müthiş romanı, 1591 yılında Sultan 3. Murad döneminde geçer; dokuz gün süreyle karlı bir havada cereyan eder her şey… Öykü kısaca saraydaki iki sanatçının öldürülmesini anlatır. Biri minyatür ustası Nazik; diğeri Sultan tarafından Nazik’in de aralarında bulunduğu en iyi dört sanatçının kitabını basmak üzere tutulmuş kurnaz ve entrikacı karakter Enişte…
UZAKTAKİ CAMİ BÜYÜK ÇİZİLİR
Bizde resim sanatının tarihi, İslam’da suret tasviri yasak olduğu için, şiir kadar eski değildir. Minyatürlere izin verilmesinin sebebi de, metne hizmet ediyor olmalarıdır. Üstelik farklı bir perspektif anlayışı da hâkimdir minyatürde… Örneğin, uzaktaki bir cami ya da önemli kişi, -manevi değeri nedeniyle- yakında duran şeylerden daima daha büyük çizilir.
Minyatür, bir saray sanatıdır. Bu sanatın Osmanlı himayesinde gelişip özgün Osmanlı minyatürü haline gelmesi, Fatih Sultan Mehmet’ten Kanuni’ye kadar uzanan dönemde gerçekleşmiş; 18. yüzyıla kadar da minyatür, Osmanlı Sarayı’nda önemli bir yer tutmuş ve büyük değer görmüştür.
EN MEŞHURU FATİH VE GÜL
Nakkaşhane’de çalışan sanatçıların bir bölümü, ayrıca küçük atölyelerde de faaliyet gösterirler. ‘Nakş’ ustaları ‘nakkaş’, bazen de ‘minyatürist’ olarak adlandırılır. Bu ustaların eserleri, tahta oymacılığından minyatür sanatına kadar geniş bir çeşitlilik gösterir. En meşhur minyatür de, Fatih’in gül kokladığı eser…
Sade ve alçakgönüllü insanlardır nakkaşlar; ama minyatürün renkliliği, pırıltılı çekiciliği ve müthiş gizemi vardır yaptıkları eserlerde.
Çok sevindiricidir ki, son yıllarda minyatür sanatından enteresan örneklerle karşılaşıyoruz. Ve ilginçtir, günümüzde bu muhteşem sanata gönül verenlerin neredeyse tamamı kadın… Son olarak sergisini gezdiğim İzmirli hekim arkadaşım Figen Gürsoy da onlardan biri... “Niye hep kadınlar?” sorusunun yanıtı, belki de daha sabırlı olmaları... Gürsoy’un Akhisar’da geçen çocukluk yıllarından beri okumayı sevdiğini, kitapların içindeki yazılar kadar resimlerle de ilgilendiğini biliyorum. Lise yıllarında başladığı minyatür kesiklerinin, tıp fakültesinde okurken koleksiyona dönüştüğünü de…
KADINLAR İLGİ GÖSTERİYOR
‘Benim Adım Kırmızı’ yayınlandığında, nakkaşlığa ve minyatür sanatına olan ilgide müthiş bir patlama yaşanmıştı. Ardı ardına açılan kurslara -çoğunluğu kadın- onlarca kişi katıldı. Ancak zaman geçtikçe çok az insan kaldı geriye… Yeri gelmişken, Figen arkadaşımın bu furyadan çok önce bu sanata gönül verdiğini söylemeliyim. Bu sevdanın nasıl başladığını, kendisi şöyle anlatıyor: “Bir gün İstanbul’da Sahaflar Çarşısı’nda gezerken, bir dükkânın önünde birçok minyatür posterinin asılmış olduğunu gördüm. Posterlerden biri Matrakçı Nasuh’un ‘Beyân-ı Menâzil-i Sefereyn-i Irakeyn-i Sultan Süleyman Han’ isimli kitabındaki ilk minyatür olan ‘İstanbul’du. Bu minyatürü hayranlıkla dakikalarca inceledim… İnceledim… İnceledim… O minyatür ben, ben o minyatür olduk adeta… O gün orada minyatürü yalnızca izleyici olarak değil, öğrenci ve üretici olarak da yaşamıma katmaya karar verdim. O posterlerin hepsinden birer tane satın aldım. Ardından ilk minyatür kitabımı da o gün oradan edindim.”
‘KIRMIZILAMAK’ DEMEK
Figen Gürsoy, Orhan Pamuk’un ünlü romanı için bakın neler söylüyor: “Ortaçağ’da el yazması kitaplarda bölüm başlarındaki ilk harf vurgulanmak amacıyla kırmızıyla yazılırmış. Bu kırmızı boya ‘minium’ denen kurşun oksitten elde edilirmiş. Minyatürlerde de yapılan çalışmayı kırmızı çerçeve içine almak tercih edilirmiş. ‘Kırmızılamak’ anlamındaki ‘miniare’ sözcüğünden türemiş minyatür ismi… Minyatürde kullanılan kırmızı, uzun yıllar ‘kırmız böceği’ denen bir böceğin kurutulup ezilerek işlemden geçirilmesiyle elde edilmiş.”
NAKKAŞHANEYE KOŞTU
Minyatüre çok heves etmekle birlikte, hastalarının zamanından çalmamak için beklemiş Figen Gürsoy… Uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra da, hak ettiği gün emeklilik dilekçesini vermiş ve cevabını bile beklemeden (birikmiş yıllık izinlerini kullanırken), Kültür Bakanlığı’nın İzmir Resim Heykel Müzesi’nde açtığı kurslara katılmış. Minyatür öğrenmek üzere 2006’da başvurduğu bu eğitimlerde, ilk yıl açık minyatür sınıfı olmadığı için, işe tezhip öğrenerek başlamış. Ertesi yıl, hem minyatür, hem tezhip sınıflarına devam etmiş. Her iki dalda ikişer yıl eğitim görmüş. Hocaları Füsun Sivri ve Sezen Okur… Eğitmenleri ve eğitim aldığı arkadaşlarıyla birlikte, Rengâhenk Klasik Sanatlar Derneği çatısı altında, minyatür üretiyor ve öğrenmeye devam ediyor.
YAPANA ŞİFA VERİR
Figen Gürsoy, bir hekim olarak minyatürün şifa verdiğine de inanıyor: “Minyatürün bana duyumsattıklarını, şifalı bir ruhsal besin olarak herkese öneririm. Minyatürün büyülü dünyasında, ilgilenen herkes için tarif edilemez bir lezzet var. Her minyatürün bir öyküsü vardır. Minyatürler onu izleyenlerin yüzüne gülümseme, yüreklerine sımsıcak bir sevgi yerleştirir; hem de her seferinde…”
MİNYATÜR ALTINLA YAPILIR
Figen Gürsoy kullandığı malzemeleri şöyle anlatıyor: “Geleneksel yöntemlerle kendi üretimim olan ‘murakka’ denilen kâğıtlar üzerine, çok ince samur fırçalar ile guaş boya ve gerçek altın kullanarak çalışıyorum. ‘Murakka’ aslında yaprak jelatin, şap ve nişastayla hazırlanan bir tür muhallebiyle işleme tâbi tutulan kâğıdın, böceklenme ve nemlenmeye dirençli hale getirilmiş halidir. Kırmızı, sarı, yeşil ve beyaz renklerde olan altın, sürme ve yapıştırma olarak iki şekilde kullanılır.”