Dünyanın bize hayli uzak köşelerinde, başka yaşamların, farklı gündemlerin içinde geçirdiğimiz bir aydan sonra evdeyim. Bu bir ay içinde dünya ve dünyadan bakarak Türkiye üzerine epey düşündüm ama Türkiye'den bakarak Türkiye üzerine düşünmemeye çalıştım. Anlık gelişmeler ve son dakikaların perhizini yaptım. Döndüğümden beri bakıyorum da... Yine çok hareketli gibi görünen ama aslında aynı başlıkların etrafında dönen ülkem olduğu yerde duruyor. Kayda değer, üzerinde durulması gereken iki mesele var. Biri maalesef terör. Bu sorunun öyle bugünden yarına bitmeyeceği, sorunun arkasındaki güçlerin istedikleri an kan düğmesine basabildikleri ortada. 'Örgütün belini büktük, işin sonuna gelindi' gibi cümlelerle hemen heyecana kapılmanın yanlışlığı da... Üzerinde durulması gereken ikinci mesele ise darbecilikten yargılanan generallerin emekliye ayrılması. Birkaç yıl önce olsa yeri göğü inletecek bu gelişme çok doğru bir zamanlamanın eseri. Bu ikisinin dışında tartışılan başlıklar gündelik tüketim malzemeleri. 'Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın arası mı açılacak? Birbirlerine rakip mi olacaklar' tartışması mesela. Büyük bir vakit kaybı bence. Onun dışında Hatay'daki polislerin maruz kaldıkları muamele gibi son derece can sıkıcı, derhal müdahale edilmesi ve makro düzeyde halledilmesi daha doğrusu değişmesi gereken anlayışları ayyuka çıkaran hadiseler de olmuş...
******
Bu hadiseler üzerine ayrı ayrı yazacağım ama önce seyahatten eksik bıraktığım birkaç gözlemi tamamlamak istiyorum. Dört yazı boyunca yolculuk boyunca tuttuğum günlüklerden parçalar yayınladım. Bu parçalar Küba ve Meksika izlenimlerinden parçalardı. Seyahatin son bölümünde ABD'den bende kalanlar var. Onları günlüklerden anlatmak yerine şimdi aklıma gelen noktaları paylaşacağım. Öncelikle Miami... Miami'ye daha önce gitmiştim ama bu 'balon' dünyadaki hayatın döngüsünü idrak edecek kadar kalmamıştım. Bu kez dört gün boyunca South Beach ve Miami şehir merkezi arasında dolandım. Üstelik bunu Havana'dan Miami'ye gelerek yaptım. Yani ardımda büyük bir yokluğu, kendi vatandaşlarını kendi ülkelerinde tutsak hale getiren totaliter Castro rejimini bırakarak tüketim kültürünün doruk noktasına, insanların ne giyip ne yiyecekleri dışında pek bir şey düşünmedikleri bir 'sanal alem'e gelerek... Ne acı! Güya ABD Küba'ya ambargo uyguluyor ama Amerikalı turistler isterlerse direkt uçakla Küba'ya tatile gidebiliyor. Ambargo yalnızca sefalete mahkum edilen Kübalılara. Onlar hayatta kalmaya çalışıyor, Castro ise onların tutsaklığı ve yoksulluğunu sömürerek oluşturduğu fotoğrafla 'dünyaya baş kaldıran lider' oluyor...
***
Miami'nin içinde birden çok dünya var. Bu dünyalar birbirleriyle temas etmiyorlar hiç. South Beach Küba'nın anti tezi gibi görünse de aslında ortak noktaları var. Küba da, South Beach de bambaşka açılardan insanın kendini gerçekleştirme arzusuna çok uzak. İkisi de insanları dünyadan ayıran bir kozayla kaplı. Bu koza birinde yokluk, diğerinde 'plastik bolluk' kozası. Sourh Beach'te, Küba'nın tersine her şey anlık tüketim üzerine kurulu. Her yerde ve her şeyde en makbul şey 'en yeni' olan. Hangi lokantayı tavsiye edersiniz diye soruyorsunuz 'en yenisi bilmem ne' diye başlıyorlar. Hangi otelde kalınır diyorsunuz 'en yeni otel şu caddede' diyorlar. Birkaç ay önce açılan yerler bile Miami için eski kategorisinde giriyor. Burada geçerli tek ideoloji 'newism'! En yeni kokteyl, en yeni mekan ve en yeni hitlerle tam bir 'bubble' South Beach. Miami şehir merkezinin batısı ise Castro rejiminden kaçan binlerce Kübalı'nın vatanı olmuş. Burada sokaklarda puro ve romdan başka bir şey satılmayan, voodoo büyücülerinin ağaç altlarında büyü yaptıkları 'Little Havana' diye bir bölge bile var ama South Beach'te yaşayanlar bu bölgeyi ya bilmiyor ya da özellikle görmezden gelmeye çalışıyor.
***
Bir de son durak olarak New York. Seyahatimizin başlangıç ve bitiş noktası. Bana öncelikle Zelda Fitzgerald ve Andy Warhol'u hatırlatan şehir. Tabii bir de Woody Allen ve Martin Scorsese'yi. Ondan kalanları da perşembe anlatacağım...