Hükümet ile Cemaat arasındaki savaştan çözüm sürecinin etkilenip etkilenmediği kamuoyunda haklı olarak merak ediliyor. Hükümetin 17 Aralık'tan sonra süreci durdurduğuna ilişkin eleştiriler kadar sürecin olağan ritminde bir düşüş olduğunu gözleyenler ve bunun iyiye işaret olmadığını savunanlar da var.
17 Aralık Yargı darbesinin çözüm sürecini olumsuz etkilediğine ilişkin iddiaları gerçekçi bulmuyorum. Kuşkusuz darbe başarılı olsaydı ortada ne çözüm süreci ne de barış kalırdı. Hükümet ilk günkü panik havasından çabuk kurtularak gidişatı kontrol altına almayı başardı. Bir anlık tereddüt, kararsızlık ve korku Başbakan'ın siyasi hayatına da mal olabilirdi. Ancak Başbakan Erdoğan Cemaat'e taviz vermeden, çözüm süreci başta olmak üzere hedef alınan diğer icraat ve projelere de sahip çıkarak, bu sınavı başarıyla atlattı.
2009'daki "demokratik açılım" süreci farklı gelişmişti; Habur görüntülerini köpürten, kamuoyunda tepki oluşmasını sağlayan medyanın tahrikleri karşısında Erdoğan, geri adım atmak zorunda kalmıştı. Erdoğan'ın "sil baştan" yaptığı demokratik açılımın ardından, PKK şiddete yönelince işler iyice çığırından çıkmış ve Türkiye kanlı bir sürecin içine yuvarlanmıştı.
Bu kez tarih tekerrür etmedi. 28 Şubat'ta olduğu gibi siyasete yönelik müdahale karşısında Erdoğan, dik durarak çözüm sürecini sahiplendi. Erdoğan, çözüm sürecinden vazgeçseydi, mevcut iktidar gücünü koruması da zor olurdu.
İmralı-Kandil-BDP cephesi de ilk kez Türkiye demokrasisine bu kadar açıktan sahip çıkan bir tutumu benimsedi. Kürt siyaseti, 17 Aralık operasyonunun siyasete yönelik açık bir müdahale olduğunu ve çözüm sürecini hedeflediğini fark etti. Kararlı bir şekilde darbeye karşı çıkarak süreci devam ettirme iradesini gösterdi.
Bu sırada İmralı'nın uzun bir süredir talep ettiği konular, hükümetin gündemine geldi. Kürt tarafının beklentisi (1) sürecin yasal güvenceye kavuşturulması, (2) müzakerelere geçilmesi (3) Öcalan'ın baş müzakereci olarak tanınması.
Abdullah Öcalan ile diyaloğun daha ileri bir safhaya taşınması şart. Bu konuda hükümetin bazı hazırlıklar yaptığı da kulislerde konuşuluyor. Umarım seçim sonrasına ertelenmeyerek bir an önce hayata geçirilir.
Öcalan'a "baş müzakereci" sıfatı verilmesine kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Devlet Oslo'da PKK yöneticileriyle zaten müzakereler yaptı, bu kez Öcalan ile masaya oturmuş durumda. Mevcut durum "resmiyet dışı" olmadığına göre, Öcalan ile görüşmelerin resmi bir nitelik kazanması daha doğru olur. Abdullah Öcalan ile müzakerelere kazandırılacak "resmi" nitelik, eminim süreci tahmin edilenden daha da ötelere taşıyacaktır. Seçimlerden önce bu ve benzeri adımların atılması güven verici olur, sürecin önünü açar.
Yakın günlerde İmralı'yı ziyaret edenlerin sayısının artacağı belirtiliyor. Sırrı Süreyya Önder, Leyla Zana'nın ziyaretinin ardından HDP eşbaşkanları Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel'in de adaya gideceğini açıkladı. Bu listenin genişlemesini beklediklerini de vurguladı. Bunlar sürecin gidişatına yönelik olumlu işaretler.
Çözüm sürecine yönelik bugüne kadar yapılan müdahalelerin tersi sonuç verdiğine dikkat çekmek istiyorum. 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Oslo müzakerelerini yürüten MİT ekibinin tutuklanma girişimi, hükümet ile İmralı'nın "çözüm sürecini" başlatması sonucunu verdi. 7 Şubat'taki darbe girişiminin hemen ertesinde Öcalan, devlete mektup yazarak Hakan Fidan'a sahip çıkılması gerektiğini söyledi. Aynı yılın ekim ayında İmralı görüşmeleri başladı.
17 Aralık operasyonunun ardından da Öcalan, süreci "darbe" olarak niteleyip açıktan pozisyon aldı. Bu, taraflar arasında ihtiyaç duyulan güven ilişkisini pekiştirerek çözüm sürecinin daha sağlam bir zemine taşıdı. Çözüm sürecini hedefleyen her darbe girişimi süreci daha da güçlendirdi. İki tarafta da barış kararlılığını artırdı. Bunu da önemli bir not olarak düşelim.