Bugünkü karikatür olayı, Salman Rushdie’nin kitabından 25 yıl sonra gelen İslam’a ikinci hakaret dalgasına işaret ediyor. Bazı çevrelerin, İslam’a ve değerlerine hakaret etmeye kendilerini adeta mecbur hissetmelerinin kuşkusuz Soğuk Savaş’tan sonra yeni düşman yaratma çabalarıyla bağlantısı vardır. Öte yandan karikatür olayı bir yanıyla da, kapitalist uygarlığın mizah anlayışını ortaya koymaktadır. Türkiye kamuoyu karikatürde var olduğu ileri sürülen mizah örneğini tartışırken, İngiliz The Guardian gazetesi eski Türk kıyafetlerindeki askerlerimize ‘sirk’ benzetmesiyle hakaret ederek aydınlatıcı bir örnek sunmuştur.‘Sirk’ ifadesi rastgele seçilmemiştir.
İngiliz gezici kumpanyalarından sonra bugünkü anlamda ilk sirk, Fransız Devrimi’nden hemen sonra Paris’te açılan Franconi sirkidir. Sirk eğlencesinin başlıca konusu hayvanların insan kıyafetleri giydirilmiş biçimde, insanlara has hareketleri yapmalarıdır. Bu dönemde Batı, kendisini diğer toplumlar ve genel olarak doğa üzerinde koşulsuz egemen olarak ilan etmiştir. Bu egemenliğini vurgulamak, hayvanlardan üstün olduğunu düşündüğü konumdan zevk almak için onları kafes arkasında teşhir etmiştir.
Sirklerde hayvanların yanı sıra zincirlenmiş anadan doğma çıplak Afrikalı erkekler ve kadınlar da teşhir edilmiştir. Bu arada Batı’nın mizah anlayışı gereği cüce, kambur, albino, fil adam olmak bahtsızlığına uğrayan beyazlar da seyircilere kahkaha mevzuu olmuştur. Sirklerde oryantal giysiler içinde Ali Baba, Mihrace, Fuman Chu tipleri sunulmuş ve en meşhur sirk hayvanlarına Doğulu isimler verilmiştir. Fransız sirki Francino’nun fili ‘BABA’, Krone sirkinin aslanı ‘PAŞA’ ve Martin’in kaplanı ‘ATİR’ gibi.
Sirklerde egzotik hayvanların teşhiri hayvanat bahçelerinin yayılmasına da önayak olmuştur. Bilinmelidir ki, insanların Avrupa’da hayvanat bahçelerinde kafeslere kapatılması 2. Dünya Savaşı öncesine kadar sürmüştür. Cumhuriyet yazarlarının göklere çıkarttıkları Aydınlanma, Afrikalıları, Aborijenleri ve Kızılderilileri hayvanat bahçelerinde teşhir etmiştir. Köylerinden kaçırılıp kafes arkasından Batılı seyirciye para karşılığı seyrettirilen Afrikalıların en meşhuru 1906 yılı Bronx Hayvanat Bahçesi tutsağı Ota Benga adlı Kongolu’dur. Bir diğeri, ırk ayrımı sisteminin yıkılışından sonra cenazesi Güney Afrika’ya iade edilen Sarah Bartman’dır.
Bu anlayışta dikkat çeken özellik insan yaradılışına ters düşmesidir. Normal bir insan, o güne dek rastlamadığı, değişik görünümlü bir hemcinsiyle karşılaşınca ona karşı bir merak duyar. Ancak Aydınlanma’da geçerli olan merak değil, korku ve düşmanlıktır. Ve bu uygarlığı benimseyenler, kendi güvenliklerini garanti altına aldıklarında bu düşmanlığı alay, aşağılama ve hakarete vardırırlar. Fransa’da 14. Louis devrinde ülkeye gelen ilk Tayland Elçisi, bir elçiden çok egzotik bir yaratık muamelesi görmüş ve canını zor kurtarmıştır.
Aydınlanmacı kültürün insanlarla olan ilişkisinde hep bir ehlileştirme (domptage) kaygısı sezilir. Ehlileştirmenin iki amacı vardır: Kendi güvenliğini korumak için diğer canlıları kullanma ve terbiye edilmiş olanlarıyla eğlenme. Onlar için, sirkte frak giymek zorunda bırakılan bir ayı ne kadar komikse, İngiliz hâkimlerinin peruklarını takan Afrikalı hakimler de o kadar komiktir.
Paris Sirki’nde melon şapka ve bastonla monşer rolü oynayanları görünce aydınlanmacı Batı’nın her yaptığını sorgulamadan tekrarlayan bazı Cumhuriyet yazarları aklımıza geliyor. Durumları hiç de komik değil, acıklı. Onları hiç kimse alkışlamayacak. Çünkü Batı kendi uygarlığını paylaşanlara bile sırt çeviriyor. Geleceğe yönelik vizyonunu yitirdikçe katılaşıyor, Rusya ile hatta Güney Avrupa’yla bile arasına sınırlar çekmeye çalışıyor.
Dünyanın diğer yöreleri güçlendikçe, Batı’nın kendi etrafında ördüğü demir parmaklıklar onun çevresini sarmaya ve kafese kapatmaya başlıyor. Salman Rushdie’nin hakaretlerinden 25 yıl sonra, Batı artık kendi içinde bile eski oybirliğini bulamıyor. Sirkin çatısı çöküyor. Farkında mısınız?