İslam ile terör yan yana gelemez. Terör hiçbir dinle bir arada düşünülemez. Bunun çok basit bir nedeni var. Bu kavram, 1789 Fransız Devrimi’yle ortaya çıkmıştır.
Terör sadece şiddet değildir. Karşı tarafı sindirmek, insanları toplu olarak korkutmak için olağandışı şiddet uygulanmasına terör denilmiştir. Fransız Devrimi’nde Jakobenlerin lideri Robespierre’in ünlü konuşması terör dönemini başlatmıştır: ‘Devrimci hükümetin her iyi yurttaşa olan borcu onu korumaktır, halkın düşmanlarına karşı ise onları öldürmekten başka borcumuz yoktur. Devrimci yasalarımızın kaynağı ve doğası budur... Hükümetimizin temeli yasalar arasında en kutsal olan yasaya dayanır: Halkın selameti.’
Bu sözler sadece o dönemdeki terörü değil 19 ve 20’nci yüzyıllardan bugüne dek süren tüm korkunç olayları, savaşları, kitlesel kırımları başlatmıştır. Geleneğin, tarihin, insan yasalarının üstündeki yasaların bu pervasızca inkârı eski çağlarda yaşanmış olan faciaları yüze, bine katlayan acıların son 200 yılda yaşanmasına neden olmuştur. Terör, insan aklının geri kalan her varlığa ve duyuya sınırsız egemenliğini öngören aydınlanma felsefesinin ürünüdür.
1789 Fransa’sında giyotin adı verilen kafa kesme aletiyle uçurulan binlerce kelleden bir tanesini anımsayalım. Sekiz on yaşlarında çocuklar ‘Yaşasın Kral!’ diye bağıran bir papağanı kendi kurdukları çocuk devrim mahkemesinde yargılayıp idama mahkûm ediyorlar. Zavallı papağanın başını kendi imal ettikleri oyuncak bir giyotinle ve zafer çığlıkları atarak kesiyorlar.
Terör ‘çağdaş’ denilen yeni dünyanın eseridir. Terör tanımı, herhangi bir devlet veya örgütün sistemli şiddetini hiçbir sınır ve kontrol tanımadan uygulayanların dini veya etnik kökenine göre değişemez. Yakın bir tarihe kadar Türkiye’de devlet terörü ve PKK terörü tartışılmaktaydı. Türkiye de dünyadaki birçok ülke gibi bu konudaki belirsizliklerden şikâyetçi olmuştur. Genel dünya düzeni adaletsiz olduğu için terör kavramı konusunda da yumruğu güçlü olanın tanımları kabul görmektedir. Dünyada bazı güçlerin terörist kabul ettikleri grupların bazı halklar tarafından özgürlük savaşçısı olarak görüldükleri de bilinmektedir. Nitekim İstanbul Bakırköy’de 25 Aralık 1991’de 7’si kadın 1’i çocuk 11 kişinin öldüğü Çetinkaya Mağazası katliamı sonrasında hükümet tüm dünyaya seslenerek ‘bu da terörizm değilse, terör nedir?’ sorusunu sormuş, fakat beklediği cevabı alamamıştı.
Ülkemizde terörden şikâyet edenlere bunun bölgedeki sorunlardan kaynaklandığı söylendi, Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkenceler, yakılan köyler haklı olarak hatırlatıldı ve çözümün askeri değil siyasi olacağı vurgulandı. Türkiye’de siyasi çözümü ısrarla savunanlar Irak söz konusu olunca neden askeri çözümcü oldular? Bazıları adeta bir Tansu Çiller heyecanı ve ABD’den övgü alma hevesiyle ‘IŞİD vahşeti’ deyip duruyorlar. Barış sürecini bozmak için PKK’yı kışkırtmaya çalışan oligarşi medyasının yeni taktiğinin de IŞİD’in Kürt bölgelerine saldırısından Türkiye’yi sorumlu tutmak olduğu görülüyor. O oligarşi medyası ki yıllar yılı Kürtlerin en büyük düşmanı olmuştu.
Peki ama askeri çözümcüler IŞİD’in de 11 yıldır devam eden bir zulümden kaynaklandığını neden unutuyorlar? Ebu Gureyb Cezaevi, Diyarbakır’dan farklı mıydı? Ya yerle bir edilen Felluce? Sümer kalıntıları nasıl yok oldu? Irak’ta ABD’nin işbaşına getirdiği Şii Başbakan Maliki, Sünnilerin lideri Başbakan yardımcısı Haşimi’yi idama mahkûm edecek kadar vahşi bir rejim kurmadı mı? ABD askerlerinin tüm toplumu derinden yaralayan davranışlarını hatırlayalım.
Irak’taki vahşet Sünnilerin başına bomba yağdırmakla sona erdirilemez. Sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da etnik ve mezhepsel sorunların çözümünün silahtan geçmediğini unutmayalım. Nitekim Irak Şii lideri Mukteda el Sadr da koalisyona karşıdır. Türkler ve Kürtler kardeştir, Araplar her ikisinin de kardeşidir. Kürtler gibi Türklerin de güney komşularımızda akrabaları ve soydaşları var. Dış askeri bir müdahalenin ne yapana yararı olur ne de ona ortak olana.