TV ve gazetelerde her gün okuduğumuz-izlediğimiz haberler, siyasilerin verdiği demeçler, yabancı ülke liderlerinin beyanatları ile ilgili yorumlar, kafelerde, yemek masalarında her gün konuşup tartıştığımız fikirler bir yanıyla gündelik siyasete dair gibi görünse de, aslında zamanı aşan meseleler.
15.yy’da dünyayı abluka altına alan sömürgecilik, 19.yy. ‘da bütün coğrafyalara geçirilen milliyetçilik tasması, Batı dışı tüm dünyayı oradan oraya sürüklüyor yüzyıllardır. Gandhi’nin, İkbal’in ve ülkemizde Akif’ten, Nurettin Topçu’ya, Kemal Tahir’den, Necip Fazıl’a kalemleriyle ya da fiilleriyle mücadele verenlerin yaptıkları, ülkelerinin ruhunu aramaktan başka bir şey değildi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş tecrübesinin travmalarını onarma, ülkenin bozulan ruh ve beyin kimyasını yeniden düzenleme gayreti, 90 yıldır rayına oturmayan bir siyaset ajandasına mahkûm etti Türkiye’yi. Çünkü her diriliş hamlesi bir şekilde bastırıldı. En ferasetliler, en tutarlılar bile savruldu bu süreçte.
Yine bir seçim, yine bir çalkantı... Ruhumuzu arıyoruz her yerde. Üniversite amfisinde, vakıf-dernek salonunda, devlet dairesinde, sokakta, ekran karşısında, kamera önünde, hulasa her yerde... Hepimiz siyasallaştık.
Ruhumuzu ararken saptığımız yollarda şu iki uyarı levhası yoksa gündelik olana teslim olmak, savrulmak işten bile değil. Küresel hegemonya ve Türkiye’deki sınıfsal mesele. Bu iki izleği devre dışı bıraktığımız anda bütün okumalar eksik kalıyor. Temel sorunlarla yüzleşmedikçe, yolun sonunda ruhumuzla buluşmak mümkün değil.
Küresel hegemonyanın euro-centrik ajanda ile olan göbek bağını hesaba katmadan gündelik siyaseti anlama çabası bizi hep yarı yolda bırakacak beyhude bir çaba. Çünkü gramerini Batı’nın yazmadığı, Batı menfaatinin olmadığı hiçbir siyasal kurgu yok küresel arenada. Türkiye’deki sınıfsal bakış ise, tepeden tırnağa tüm kurumları istila etmiş. Ama karşılığında, dokunulmazlığı olan bir kutsal adeta. Mağdurlarının bile onu sorgulamaktan çekindiği bir direnç noktası.
Fakat ne ki, Türkiye’de 90 yıldır iktidarı elinde tutan tüm hegemonik yapılar, karşısına çıkan hemen her şeyi ezip geçerken ilk defa bu derece bir dirayetle, karşı koymayla karşı karşıyalar. Kendisini küresel hegemonya ve sınıfsal bakışla mücadele üzerinden tanımlayan 13 yıllık direnç, kavganın şiddetini olağanüstü artırdı. Gündelik gazeteler o nedenle bu kadar galiz sözlerle dolu.
Şu anda meydan, savrulmuş ve neyin bayraktarlığını yaptığı asla belli olmayan solun, kendini yeni yeni toparlayabilmiş dindarların, haklılıklarını henüz terör kıskancından kurtaramamış, varlıkları her an sömürülen Kürtlerin, itiraz kültürüne iman etmiş entelektüellerin, zihnini gündelik kavgadan ötesine yormayanların çıkardığı ahenksiz seslerle dolu.
Bu nedenle seçimleri sadece gündelik siyasetin hesap verilebilirlik ölçüleriyle değerlendiremiyoruz. Ve bir süre daha değerlendiremeyeceğiz. Çünkü mesele çok büyük, kavga fazlasıyla çetin...
Geçmişle yüzleşmeden, bu kırılmanın nerede yaşandığını sorgulamadan ve kimyamızı bozan ayrıksı karışımı teşhis etmeden ayağa kalkmamız zor. İnsan ancak düştüğü yerden kalkar. Düştüğümüz yer küresel ve sınıfsal hegemonyaya direncimizi yitirdiğimiz yerdi. Kalkacağımız yer de yine küresel ve sınıfsal baskıya direnerek olacak. 1 Kasım seçimleri tam da bu direncin gösterileceği gün. Masadan kimin zaferle kalkacağını bu iki uyarı levhasını dikkate alıp almamamız belirleyecek. Ya küresel hegemonya ve Türkiye’deki yerleşik ama adil olmayan sınıf kazanacak ya da kendi ruhunu arama derdinde olanlar.