‘Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur’.
Necip Fazıl’a ait bu şiir dizesi de gösteriyor ki, herkesin İstanbul’da yaşamak için haklı bir gerekçesi var. Gittikçe artan nüfusu, her geçen gün yoğunlaşan trafiği, devasa gökdelenleriyle eski İstanbul olmasa da hepimizin muhayyilesinde aynı zamanda ebedi bir şehir O.
Fakat bu şehirde yaşamanın bir bedeli var. Bu maliyeti bugün hepimiz az-çok biliyoruz. Bir de dönüp tarihe bakalım; İstanbul her zaman böyle yoğun bir şehir miydi? İsteyen herkes Payitaht’a gelebiliyor muydu?
İstanbul 1453’te Müslümanlar tarafından fethedildiğinde harap durumda idi. Fatih’le başlayan bilinçli ve düzenli iskan politikasıyla kısa zamanda Akdeniz dünyasının ekonomik, ticari ve kültürel merkezi haline geldi. Anadolu başta olmak üzere imparatorluğun çeşitli yerlerinden getirilerek iskan edilen halklar şehri adeta şenlendirdi. 1500’lü yılların ortalarında nüfus 480 bin civarındaydı.
Fakat imparatorluk geriledikçe bu kontrollü nüfus hareketi denetimden çıktı ve zamanla şehrin ekonomik ve sosyal dengesi bozuldu. Öyle ki, 18. yy’da İstanbul’a yayılan göç dalgasının durdurulması ve gelenlerin geri dönmesi konusunda peş peşe padişah iradeleri yayımlandı.
İmparatorluk topraklarında seyahat etmek yerli ve yabancı herkes için izne bağlıydı.
Bir yerden başka bir yere gidecek olan şahıs yerel idareden ne amaçla nereye gideceğine dair ‘mürur tezkeresi’ alırdı. İç güvenliğin sağlanması ve büyük kentlere göçün önlenmesi amacıyla düzenlenen evrakta fotoğraf yerine yolcunun tüm fiziksel özellikleriyle eşkali kaydedilirdi. Tezkere almak için ayrıca güvenilir bir kefile ihtiyaç vardı. İstanbul’a girişler Anadolu yakasında Bostancıbaşı Köprüsü’nden, Rumeli’de Küçükçekmece’den gerçekleştirilir, hatta ‘yüzünde meymenet olmayan’ şüpheliler şehre alınmazdı.
Bugün istediğimiz anda valizimizi hazırlayıp bir yerden bir yere seyahat eden modern zihinler olarak bu seyahat iznini anlamak çok kolay değil. Fakat tüm dünyada geleneksel toplum şartları herkesi bu tür bir yaşama mecbur ediyordu.
Nitekim bu seyahat vizesi 1908’de kişisel özgürlüğe aykırı olduğu gerekçesiyle kaldırıldı. Artık İstanbul nüfusunu kontrol eden bir mekanizma kalmamıştı. Fakat İstanbul’un asıl nüfus yoğunluğu Cumhuriyet sonrasında arttı. Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımının yapıldığı 1927’de İstanbul nüfusu 680 bin iken, 1950’de 983 bin oldu. 1980’de 2.700 bin, 2000’lerde ise 9 milyona yaklaştı.
Şimdi, ay ve güneş 15 milyonluk bir şehrin üzerine doğuyor.
Kuşkuşuz artık İstanbul’da yaşamanın bedeli bir mürur tezkeresi almaktan çok öte.
Her sabah kalktığımızda şehrin her sokağında kontak açan arabalar gündelik yaşamımızın bir parçası oluyor. Ülkemizde İstanbul’a göçü cazip hale getiren şartlar ortadan kalkmadıkça ve ulaşım yeraltına inmedikçe de bu şehrin trafik yoğunluğunun nereye varacağını kestirmek zor.
Nüfusu 1 milyona bile ulaşmayan sakin ve dingin İstanbul silüeti artık yalnızca kartpostallarda. Hanımefendileri ve beyefendileri ise sadece hatıratlarda. Fakat en azından sorumlu vatandaşlık davranışları sorunları hafifletebilir. Ulaşım alışkanlıklarımızı değiştirerek ve dikkatsizliklerimizin yol açtığı trafik sorunlarını azaltarak şehri biraz olsun rahatlatabiliriz. Vizeye ihtiyaç duymadan kişisel özgürlüğümüzle İstanbul’da yaşayabiliyor olmanın bedelini ancak bu şekilde ödeyebiliriz.