‘Farklılıklara saygı ve çokkültürlülük’, Avrupa’nın kendisi hakkında yaymak istediği algının iki temel vurgusu. Fakat gerçekte böyle mi? Zira son günlerde ‘Kendi Almanya’mızı özledik’ gibi sloganlarla Almanya’nın bazı şehirlerinde başlayıp tüm Avrupa’ya yayılan göçmen ve İslam karşıtı eylemler ‘çokkültürlülük’ politikalarının zora girdiğinin işareti.
Nitekim Alman Şansölyesi Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy de Avrupa’nın çok kültürlülük politikasının artık umut vermediğine dair açıklamalar yapmıştı.
Biliyoruz ki Avrupa, kendini ‘öteki’ üzerinden inşa etmiş bir kimlik. Ortaçağda İslam, 16.yy’da Türkler, 19.yy’da Rusya ve nihayetinde 20.yy’da Nazi ‘tehlikesi’ üzerinden kendini kurguladı. Aydınlanma filozoflarının ve edebiyatçıların ‘hümanist, akılcı ve hoşgörülü’ söylemleri, biraz da ‘Kaçın, Türkler geliyor’ gibi sloganlar üzerinden ‘barbar’lara karşı verilen mücadelede halkların saflarını sıklaştırmaya da yaradı.
Fakat söylem metinde durduğu gibi durmuyor.
Tarihi boyunca başkalarının aynasında kendisini ama aynı zamanda söylemsel üstünlüğü elinde tutarak başkalarını da inşa etme gayretindeki bir kültürün farklılıklarla eşit bir ilişki kurması kolay değil. Bu nedenle, ‘hümanist ve hoşgörülü’ Avrupa, hem tarihi boyunca, hem de bugün yabancılara karşı politikaları konusunda tezatlar içinde. Sokakta yürüyen bir başörtülü, helal gıda satan bir market, eşitlik haklarını yasalardan alsa da, nefret işlenmiş bilinçleri kışkırtmaya yetiyor. Öte yandan bir Avrupalı, daha önceden işçi olarak kabullendiği Müslüman bir Türk’ü bugün eğitimli ve kariyer sahibi biri olarak kendi pastasına ortak etmek istemiyor. Özellikle de ekonomik krizle yüzleştiği bir dönemde göçmenlere harcanan her kuruşu kendi refahından çalınmış bir değer olarak görüyor.
Ne ki, sınırların önemini yitirdiği bir dünyada çokkültürlülük artık yeni dünyanın gerçeği. Sıfat ilk kez 1941’de ‘eski milliyetçiliklerin bir anlam ifade etmediği, önyargısız ve bağsız bireylerden oluşan kozmopolit bir toplumu nitelemek’ üzere kullanıldı. 1989’da da İngilizce Oxford sözlüğüne girdi.
Fakat bilinçlere girmesi o kadar kolay değil. Hollanda’da sayısı bir-ikiyi geçmeyen anaokulunda çok kültürlü ve dinlerarası öğrenme formasyonu, vatandaşlık eğitiminin dini ve kültürel bileşenlerine odaklanarak erken yaşta çocukları çok kültürlü bir dünyaya hazırlamaya çalışıyor. Henüz emekleme çağındaki bu çaba içinde dini organizasyonların dahi mezheplere göre yapıldığı ‘mezhepleşmiş toplumlar’da farklı bir dine bilgi düzeyinde dahi alan açmak kolay değil. Fakat gerekli. Özellikle Avrupa çok kültürlülüğünün sadece bir PR söylemi olmadığını ispat için.
Kısmen sorunsuz işlediği düşünülen Kanada ve Amerika’da da dahi eşitlik üzerine kurulmuş birçok kültürlülükten bahsetmek zor. ‘Asimilasyon’ çokkültürlülüğün büyüsünü yok eden mayınlı bir alan. Meşhur bir sosyoloğun dediği gibi çokkültürlü Amerikan toplumu dahi, olsa olsa bir ‘domates çorbası’ (tomato soup) gibidir. İçine ne katarsanız katın domatesin hâkim tadını değiştiremezsiniz. WASP (white – anglo-saxon- Protestan) terkibindeki beyaz, anglo-sakson-protestan yoğunluğu ve buna bağlı olarak hâkim kültürü değiştiremeyeceğiniz gibi.
Mesafeler kısaldıkça çokkültürlülük, yaşadığımız dünyanın üzerinde en çok konuşulan en sihirli kavramlarından olmaya devam edecek. Avrupa’da İslam karşıtı gösteriler yapılıp, camilere saldırılırken, Türkiye’de bir kilise inşasının gündeme gelmiş olması da konuyu Türkiye için de daha güncel hale getiriyor.