60 milyon insanın mülteci olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların bir kısmı ekonomik gerekçelerle, daha iyi yaşam şartlarına kavuşmak için yerlerini yurtlarını terk ederken, bir kısmı da iç savaş, siyasi baskılar ve hayati tehlike nedeniyle başka ülkelere göç etmek durumunda kalıyor.
Bu tablo, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki en yüksek mülteci sayısına ulaştırdı dünyayı. Nice deniz, yeni bir hayata kavuşmanın canhıraş mücadelesi içindeki insanın umudunun batağı haline geldi. Şimdi bu bataklardan biri Akdeniz. Suriye’den başlayan insan göçü Akdeniz’de, Ege’de, Balkanlar’da Avrupa’nın sadece mülteci politikalarına değil, ahlaki bariyerlerine de çarpıyor. Son aylarda Akdeniz’e akan kalabalıklar karşısında Avrupalı hükümetler kırmızı kartlarını türlü şekillerde çıkardılar. İngiltere savaş gemilerini denizlere çıkarma teşebbüsüyle ‘çıkarları’ üzerinden yaklaştı meseleye. Almanya ‘ekonomik’ bir fırsat olarak gördü; mülteciler arasından ‘işe yarar’ bulduklarına kapı araladı. Macaristan Türkiye gibi ülkelere para yardımında bulunmayı teklif etti. Hulasa, hümanist Avrupa’nın mültecilere bakışı ‘çıkarcı, ekonomik ve konformist’ bir yaklaşım içeriyor.
Türkiye’nin 2 milyon, Lübnan’ın 1.2 milyon, Ürdün’ün 650 bin, Mısır’ın 250 bin, Irak’ın 130 bin civarında Suriyeli mülteci barındırdığı bir zamanda Avrupa 30 binle sınırlıyor. Kaldı ki, Avrupa’ya girebilenler, göç yolunun çetin şartlarını aşabilenlerin dramı da son bulmuyor. Adeta ‘şartlardan memnun kalırlarsa daha fazlası gelir’ yaklaşımıyla mültecilerin şartları yeterince iyileştirilmiyor.
AB’nin tavrı, kendi evinin, çocuklarının düzenini bozmamak, konforlu hayatlarına dokunmamak adına çocuklarının belleğini vicdana, insan sevgisine, fedakârlığa kapatan ve kapısında ölümle pençeleşen insanlara cam fanusundan bakan, hatta o görüntü üzerinden teori pazarlayan bir bakış ortaya koyuyor.
Oysa Avrupa, Dante’nin, Montaigne’in, Cervantes’in, Shakespeare’in hümanizm edebiyatını var ettiği, bakışını insana çevirdiğini iddia ettiği ama aynı zamanda tam da burada bireysel konformizmin içinde boğulduğu bir coğrafya. İşte sorumluluk üstlenmeyen bir sevgi dilinin sonuçları, insanı uzaktan sevmenin bugünkü mülteci politikalarındaki yansıması...
Oysa her sevgi sorumluluk ister, adayış ister.
Hisseli kıssa - Eduardo Galeano
Tavuk, ördek, hindi, sülün, bıldırcın ve keklik çağırılmışlar ve zirveye katılmışlar. Kralın aşçısı onları karşılayıp ‘Hoş geldiniz’ demiş.
‘Sizi’ diye açıklamış... ‘Bana hangi sosla yenmek istediğinizi söyleyin diye çağırdım.’
Kuşlardan biri şunu söylemeye cüret etmiş;
‘Ben hiçbir şekilde yenmek istemiyorum.’
Aşçı meseleyi yerli yerine oturtmuş:
‘Bu gündemimize dâhil değil’